Yeni Modernlik ve İslâmcılık/ İslamlaşma
Bu topraklarda cereyan eden batılılaşma/modernleşme hareketleri, belirli
safhalardan geçerek bugüne geldi. Bu safhalarla ilgili genel bir değerlendirmede
bulunursak ve ana hatlarıyla başlıklar halinde kısaca değinirsek, nasıl buraya
geldiğimizi kısaca hatırlamış olacağız.
Tanpınar, Türklerin (diğer Müslüman kavimlerin büyük bir kısmı için de geçerli)
iki büyük değişiklik geçirdiğini söyler. Biri şamanlıktan İslâm’a/İslâm
medeniyetine geçiş, diğeri de İslâm medeniyetinden batı/modern medeniyete
geçiştir. Her iki geçişte, alfabe değişikliğine gidilmiş, hayat tarzları baştan sona
ziri u zeber edilmiştir.
Batılılaşma/modernleşme, İslâm medeniyetinden/kültür havzasından, batı
medeniyetine geçişin serüvenidir.
Serüvenimiz; önce batıyı yok sayma idi, ardından batıyı kabul etme, bir sonraki
adım kendine denk görme, daha sonra ona öykünme ve onun gibi olma şekliyle
sonuçlandı. Bu serüven süresince; çokça tartışmalar, çokça teklifler ileri sürüldü.
A- Batıyı olduğu gibi almaktır. Bu iddia ve teklife göre Batı medeniyeti insanlığın
geldiği en mükemmel noktasıdır, biz de yolu kısaltmak için o medeniyette
yerimizi almalıyız. Yerli, milli, İslâmî gibi kaygıları da bir tarafa bırakmalıyız.
B- Batının, ilim ve fennini almalıyız, ama ahlak ve sosyal yapısını almamalıyız.
Çünkü biz farklı bir dine mensubuz, batı farklı bir dine mensuptur. Batının din
hakkındaki telakkileri bize uymaz, zira İsl'am ile Hristiyanlık aynı değildir.
C- Batı medeniyetinin külliyen karşısında olmalıyız, hatta onların icatlarını da
kullanmamalıyız. Çünkü batı bizi yok etmek istiyor her şeyi ile bize yabancı ve
biz ondan ne kadar uzak durursak o denli rahat ederiz.
Bugün gelinen nokta ise; Batı ile ilişkiler, yeni bir safhaya girmiş durumda.
. Evvela batı dışı bir modernlik olabilirliğine inanan çokça insan vardır.
. Dünyanın geldiği yeni durum itibarıyla, üzerine kapanarak, etrafına duvarlar
örerek yaşamanın mümkün olmadığı orta yerde bir gerçek olarak duruyor,
vardır. Gözlerimizi kapatarak bunu yok sayamayız.
. Batıya tam teslimiyetin mümkün olmadığı da ortaya çıkmış ve tecrübe ile sabit
olmuştur. Bütün insanlığın batı tarzı modernitenin şemsiyesi altına sığmayacağı
da gün gibi ortadadır.
Bu şartlar tahtında, modern dünyayla ilişkilerimizi yeniden gözden geçirmeliyiz.
Medeniyetimiz ile batı medeniyeti yüzyıllarca kavga etti. Batı medeniyeti
mensuplarınca bize karşı yürütülen tenkitler, savaşlar yüzyıllar sürdü. Haçlı
seferleri fiziki saldırı idi ve Hristiyanlık adına yapıldı. Elan gelinen noktada fiziki
saldırı tarzı değişti, daha doğrusu adını değiştirdiler; demokrasi dediler,
medenileştirme dediler şimdi de terörü yok etme ve özgürlük adına
saldırıyorlar. Haçlılık zahirde görünmüyor. Artık haçlı orduları yok. Fiili işgalden
önce vesayet savaşlarıyla, örgütler üzerinden üstümüze geliyorlar. Cismi ve fiziki
bizden ama ruhu ve anlayışı onlardan olan insanlarla bizi yıpratıyorlar sonra da
işler açmaza girince aslî unsurlarıyla sahneye çıkıyorlar.
Dün oryantalistlerle dine ait iç meselelerimizi istismar ederek aramıza fesat
fitne tohumlarını ekiyorlardı, bugün kendileri adına, onların sesi ve dili kimi
âlimlerle iç farklılıkları düşmanlık vesilesi haline getirebiliyorlar.
Dün fiili savaşta da açıkça ortada idiler, kültürel savaşta da açıkça orta idiler,
bugün her iki saldırı tarzında da alalamalı olarak işlerini yürütüyorlar.
İslâm karşıtlarının taktikleri, durmadan değişerek devam ediyor ve devam
edecek. Bu mücadele bitmeyecek.
Müslümanlar olarak durup düşünmeliyiz;
Yeni ahvali önce anlamalıyız. Küreselleşen dünyada neyin etkin olduğunu
bilebilmeliyiz. Savaş tek yönlü ve tek cepheli olmaktan çıktı. Topyekûn bir savaş
var, topyekûn savaşın iki ana cephesi yok, çok cepheli ve çok taraflı bir savaş.
Orta yerde birçok düşman var, aynı zaman da birçok müttefik var. Kamplar,
paktlar, o kadar birbirine karıştı ki kim kimin yanında kim kimin karşısında eskisi
kadar net ve oturmuş bir bloklaşma ve taraftarlık yok. Kaypak bir zemin her an
dost-düşman tarifi değişebilir. Kaypak ve omurgası olmayan bir zemin var.
Batı/modern dünya güçlerini birleştirerek daha büyük menfaatler elde etme
yolunda ilerliyor, lakin halkı Müslüman olan İslâm ülkeleri ise tarihi
düşmanlıkları canlandırarak tekrar birbirlerini öldürmeye doğru hızlı adımlarla
koşuyorlar. Bu yetmedi yeni yeni düşmanlıklar icad ederek birleşmelerini
zorlaştırıyor. Batılı-haçlı, doğulu İslâm düşmanları unutulmuş durumda,
birbirleriyle çarpışıyorlar.
İslâm ülkeleri dışındaki dünya birleşerek büyümeye çalışırken ehl-i İslâm
ayrışarak bölünmeye daha teşne halde. Ayrıca her ülke kendi içinde yığınla
problemle uğraşıyor. Bunlardan başını kaldırıp kendine gelebilme imkânlarını
gittikçe yitiriyor. İslâm dünyasının bu hale gelmesinin dış etkisi tabii ki vardır,
lakin suçu dışarıda arama kolaylığını bırakabilme hünerini gösterip kendimize
gelmemiz gerekecektir.
Bu kargaşanın içinden nasıl çıkarız diye düşünmemiz elzemdir. Bunun için
evvela modern dünyanın geldiği yeri iyi tayin ve tesbit etmeliyiz. Yeni modern
dünya, post modern dünya, yenidünya küreselleşen dünyayı adına ne koyarsak
koyalım iyi anlamayı ödev olarak kabul etmeliyiz. Dersimizi ciddi çalışarak
modern dünyanın geldiği yeri olduğu gibi görebilme basiretini göstermeliyiz. Bu
hususta tezler sunmalıyız, enstitüler kurmalıyız. Geçmişin ışığı altında İslâm dışı
dünyanın buraya nasıl ve niye geldiğini iyice tesbit etmeli ve bundan sonraki
siyasetlerinin neler olabileceğini de değişik varyantlarıyla hesaba katarak
delilleriyle ortaya koymalıyız. Bu iş ciddidir çünkü geleceğimizi etkileyen,
ilgilendiren, yönlendiren hayati bir meseledir. Artık kendi içimize kapanarak
idame-i hayat edemeyiz.
Batı daha önceleri nasıl bizi keşf edip, öğrendiyse biz de aynısını yapacağız.
Önce batıyı ayakta tutan ve cazip hale getiren, bilim, anlayış, düşünüş, sosyal ve
siyasal işleyişini teferruatıyla öğreneceğiz. Bu öğrenişimiz; onları taklit, onlara
teslim olma niyetiyle olmayacak. Aşıklar gibi sadece batının iyi taraflarını
görmeyeceğiz, olduğu gibi göreceğiz. Bu da yetmez batı ile aramızdaki anlayış,
yaşayış, düşünüş ve inanış farklarını da açıklığa kavuşturacağız. Batının zaaflarını
da göreceğiz. Bizden aldıklarını bize geri nasıl sattıklarını da görebileceğiz.
Hz. Adem’den bugüne insanlık serüvenini de öğreneceğiz. Tarih boyunca Allah
tarafından gönderilen Peygamberlerin öğretilerini de bileceğiz. Peygamberlerin
hayat hikâyelerini ve mücadelelerini bir de bu gözle tekrar okuyacağız. Çünkü
biz bütün nebilere iman eden ve aralarında fark gözetmeyen bir imana sahibiz.
Peygamberlerimizin zamanında gelişen bilim, teknik vb. gelişmelerin hangisinin
insanlık yararına olduğunu, hangisinin insanların fıtratını bozduğunu da tefrik
edebilecek bir kafa ve gönül yapısına da sahibiz. Bunu tefrik edebilecek insanlık
tarihini gözden geçireceğiz.
Bunlar ışığında modern dünyanın geldiği yeni yeri gözden geçirerek bir yol-
yöntem bulmaya çabalayacağız.
Yeni Modernlik ve İslamlaşma (2)
Bazı Meseleler
Modern Dünyayı Anlamak,
İster modern diye adlandıralım, ister post modern diye adlandıralım, eski
şekliyle işlemeyen, yürümeyen, siyaset gütmeyen yeni bir dünya var, biz de bu
dünyada yaşıyoruz. Bu yeni dünyanın;
Yeni iktisat anlayışı var;
Yeni siyaset anlayışı var;
Yeni din anlayışı var;
Yeni kültür anlayışı var;
Yeni milliyetçilik, devletçilik anlayışı var;
Yeni teknik anlayışı var;
Yeni örf-adet anlayışı var;
Yeni aile anlayışı var;
Yeni medeniyet anlayışı var;
Yeni savaş anlayışı var;
Yeni barış anlayışı var;
Yeni ittifak anlayışı var
Yeni toplumsal yapısı var;
Yeni siyasi yapısı var;
.…
Bütün bu yeni “varlar” içinde Müslümanlarla Müslümanların ilişkisi ve
Müslümanlarla gayr-i Müslimlerin ilişkisi de var, bunlar dahi yeni bir anlayış ve
işleyiş atmosferine girmiştir.
Yeni Modernlikte; Fertler Arası ve Fert Cemiyet İlişkileri
Ferdi ilişkiler, ailevi ilişkiler, toplumsal ilişkiler, -yeni dönemde- farklı durumlar
ortaya çıkarmıştır. Bunları tek tek ele alıp incelememiz ihtiyaç haline gelmiştir,
ihtiyaçtan öte zaruret olmuştur. Yani kaçınılmaz olmuştur, olsa da olur olmasa
da olur tarzında bir konu değildir artık.
Modern dünya ferdiyetçiliği hayatın tam orta yerine koymuş, kişiselliği
toplumsallığın önüne geçirmiştir. Liberalizmin getirdiği dünya diriliği görüşü,
kişinin önündeki engelleri kaldırmayı devlet siyaseti halinde hayata geçirmiştir.
Bırakın yapsınlar, bırakın etsinler, yeter ki bir şeyler yapmış olsunlar, anlayışı
hakim durumdadır. Yapılış tarzı, biçimi mühim değil, mühim olan her bir ferdin
ne yapmak istediğidir. Devlet ve toplumun vazifesi; harekete geçmeye
niyetlenen insanın önünü açmak ve kendisine mani olan ne varsa hepsini
bertaraf etmektir.
Bu bertaraf edişte, ahlâk, ideal, toplum menfaati, insanın geleceği, eskisi kadar
kaale alınmaz, ferdin isteğini yerine getirmesi daha önemsenir. Bunun daha
gerçeğe uygun olduğu ileri sürülür.
Fert, yoluna devam ederken, başkasını önceki biçimde düşünmek zorunda
değildir. Evvel emirde her fert kendi menfaatini güttüğü için bir rekabet ortaya
çıkar ve bu rekabetten de olumlu ve bütün insanlığın yararına sonuçlar elde
edilir. İnsandaki hırs, harekete geçirici dürtü, ilerleme azmini kamçılar, neticede
toplumsal gelişmeyi dahi tetikler. İnsanlar miskinlik tekkesinden, korumacılık
zırhından kurtulurlar ve yetenekleri açığa çıkar. Bu önce ferdin kendi çıkarlarına
olur, sonraki evrelerde bütün insanlığa da sirayet eder.
Artık ferdiyetçilik bir merhale ileriye gitmiş, yetişmede, kendini düşünmede
ferdiyetçi, lakin iş yapma ve gelişme açısında ortakçılığa dönüşmüştür. Bu yeni
ortakçılık anlayışı; kazan kazan fikrine dayanır. “Ben bunu yapacağım, iyi güzel
bunda benim menfaatim ne?” Öne çıkmıştır. İlk bakışta ferdiyetçilik
toplumsallığa kaymış gibi görünse de aslında ferdiyetçilik bir merhale daha
kazanarak tüm toplumu bu hale getirmiş durumdadır.
Bu bakış açısı, kişisel becerilerle donatılmış insanların biraraya gelerek
ortaklıklar kurarak, birlikte çalışarak büyük işler başaracağına yol açabilir. Elan
bu başarıya şahit oluyoruz.
Bu gittikçe devletlerin siyasetlerine etki etmiş ve uluslararası platformlarda ve
dış siyasette de kendini göstermiştir.
Böyle bir atmosferde Müslümanların tavrı nasıl olmalıdır? Soruları burada
ehemmiyet kazanır.
Şahsiyetin oluşmasında kişiyi merkeze alma çok ehemdir. Her bir insan tek tek
var olacak, kitleler halinde var oluş anlayışı İslâmîlikten çok sosyalizan bir
tavırdır. Her bir insanın yaratılışı ve yetenekleri farklıdır, bu farklılıkların açığa
çıkmasında kişisel keşifler yapılmalıdır. Kişiyi keşf etmeden onu eğitmek ve
şahsiyet sahibi kılmak mümkün değildir. Şahsiyetin oluşmasında her bir insanın
eşref-i mahlukat olduğu göz önünde bulundurularak bir dirilik öncelemelidir.
“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.”(Tin, 4) güzel biçimde
(ehsen-i takvim üzere) yaratılan insana güzel muamele etmek ve güzelliğini
geliştirmek anlamında anlamak da mümkün. Her bir insanın güzeli kendine
hastır ve bu haslığı açığa çıkarmak da her bir Müslümanın ödevidir.
Kişisel var oluş sürecinde insan tek tek ele alınıp ona göre bir var oluş
sergilenmelidir. Bunun için de insan denen mahluku bize tanıtan Rabbimize
iyice kulak vermeliyiz. Tek tip, tek düze fabrika malı diye bir insan
yaratılmamıştır. İnsanların yetenekleri, hırsları, kinleri, adaletleri, merhametleri
vardır ve farklıdır, aynı gibi görünenlerin bile tonları farklıdır… bu farklılıklar
insanı özelleştirir ve biricik kılar.
Ama bu farklılıkların bir ana yola doğru akması ve uyumlu işlemesi elzemdir.
Her bir fert kendisi olarak var olacak ve bu var olan şahıslar birarada iş birliği ve
iş bölümüyle hareket edeceklerdir. Bu ne sosyalizan bir tavır, eda ve işleyiştir ne
de liberal, kapitalizmce bir yürüyüş ve işleyiştir. İkisini cem eden mezceden bir
yol gibi görünse de kendine hastır.
Birlikte hareket etmek aynileşmek değildir, sırat-ı müstakim üzere olan
farklılıklar hayatın gerçeği ve zaruretidir. Tek düze ve tek tip insan çok yönlü
problemleri çözemez.
Fertlerin yeteneklerinin farklılıkları onları ayrı dünyanın insanı kılmaz, onlar
bütünün birer parçasıdırlar, bir ağacın dalları ve meyveleri gibidirler. Kökleri
aynıdır, aynı kökün dalları olan bu insanların ortak hareket etmeleri ve
yekdiğerinin derdiyle dertlenmeleri, yekdiğerinin açığını kapamalı, birbirlerinin
hamisi, koruyucusu olmalıdır. Müslüman insan, kişilik sahibi olduğu kadar
toplumcudur da, ailesine sahip çıktığı kadar diğer kardeşlerini de sahip
çıkacaktır. Var oluşun kişisel oluşu onu kendi içine ve üstüne kapamasına
müsaade etmez. Onun imanı, ahlâkı, adalet duygusu, zulme karşı koyuşu
ferdiyetçi olmasına engeldir. Şahsiyetlidir lakin şahısperest değildir. Kendisidir
lakin kendine tapar değildir.
İslâm bütün insanlara gelmiş/gönderilmiş bir dindir, bütün sosyal sınıfların,
renk, dil, kültür seviye farkı ne olursa olsun, bütün insanların meselelerini hal
edebilecek bir yapıya sahiptir, yeter ki İslâm insanını doğru tanıyalım, doğru
anlayalım.
Yeni Modernlik ve İslamlaşma (4)
Kavimler Arası İlişkiler
Modern dünya; hem globalleşiyor, küreselleşiyor, devletler biraraya gelerek
birlikler kuruyor, hem de etnisiteyi körüklüyor, cazip hale getiriyor.
***
Bu modern dünyanın faili kim veya kimler?
Çokuluslu şirketler, beynelmilel kurum- kuruluşlar, güçlü medya grupları, fikir
üreten merkezler, bilimsel kuruluşlar, uluslararası akademik çevreler,
nobelciler, NATO, BM gibi uluslararası kuruluşlar….
****
Dış dünya; kavmiyeti milliyete, milliyeti vatandaşlığa, vatandaşlığı da devlete
sıkı bağlarla bağlamış. Mesela bir Alman için Alman milliyetçiliği ile Alman
vatandaşlığı, Alman devleti birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Bir Fransa
vatandaşı için; ırkı ne olursa olsun, düşüncesi ne yöne doğru olursa olsun, -ister
kapitalist, ister sosyalist, ister ateist, ister dindar fark etmez- Fransa vatandaşlığı
ve Fransa devleti ana belirleyicidir.
AB bunları da aşarak çok devletli bir oluşum içinde. Bu da yetmiyor; AB olarak
bir bütün halinde beynelmilel diğer kuruluşlarla ilişkiler geliştiriyor, ittifaklar
kuruyor…
Böyle bir dünyada ehl-i İslam ne alemde kısaca bir göz gezdirelim; her bir
devletçik kendi içinde fırka fırka, ırk ırk, mezhep- meşrep farkı birer ayrı ve
bağımsız oluşumlar olarak hareket ediyorlar.
Her bir ülkenin kendine has sıkıntıları/meseleleri var. Bu sıkıntıların kaynağına
inme ve çözüm bulmaya çalışılmıyor. Böyle giderse bu farklılıklar daha da
kördüğüm haline gelecek ve ümmetin geleceğini karartacak.
Evvela en can yakıcı olan iki ana iç mesele mevcut. Biri; kavim, kabile ve şuub,
buna bugün millet/ milliyetçilik akımı demek mümkündür. -Bunun hangi
kavramla izah etmekliğimiz gerekecek o da ayrı bir mesele. Çünkü kendi
kavramlarımızı kullanamıyoruz, bize ezberletilen ve kabul ettirilen kavramlarla
değerlendirmelerde bulunuyoruz.- Diğeri; mezhep- meşrep, anlayış, düşünüş
farkıdır.
Kavmiyetçilik zem edilmiş, lakin kavim yerilmemiştir. Yüce Allah Kitab-ı
keriminde; “Ey insanlar! Şüphe yok ki, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve
birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en
değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah
hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.” (Hucurat,13)
Burada Yüce Allah iki hususa dikkat çekiyor, bizi iki hususta uyarıyor.
Biri yaratılışımızın farklı oluşudur. İnsanlar belli ırklara, kabilelere, boylara
ayrılmıştır, yüce Allah’ın ilahi takdiri böyle tecelli etmiştir, bu da Allah’ın
yaratılış hikmetlerindendir. Bunun devamı olarak birbirimizi tanıyacağız. Üstün
ırk fantezisi bizde yoktur, insanlar bir tarağın dişleri gibi müsavidirler. Kanun
önünde Allah katında eşitlik vardır. Bu kişiler için de geçerlidir, kavim- kabile için
de geçerlidir. Yücelik/ büyüklük, ululuk, davranış ve amelle elde edilir.
Dolayısıyla her bir ırk, her bir kavim- kabile kendini ifade etme, kültürünü
geliştirme, insani ve İslamî olan örf- adet ve geleneğini sürdürme hakkına
sahiptir ve bu da Allah’ın bize verdiği bir haktır. Her bir ırka mensup başka
ırkların bu konudaki ahvalini önce anlayacak, sonra anlayış gösterecek daha
sonra da bunun gelişmesi için gerekirse katkı sağlayacak. Devletin vazifesi de
gelişim ortamını sağlamaktır. Bunları engellemek, yok saymak İslam kardeşliğini
bozacaktır.
Yüce Rabbimiz bu konuda da bizi ikaz ediyor; “Göklerin ve yerin yaratılması,
dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin)
delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.”( Rum,22)
Göklerin ve yerin yaratılması nasıl bizim dahlimizle olmuyorsa, dillerin ve
renklerin çeşitliliği de bizim katkımızla olan bir husus değildir. Yani kimse
anasını- babasını seçme lüksüne sahip değildir. Değişik renkler, esmerden-
zenciden sarı ırka kadar hepsini Allah yaratmıştır. Kimsenin buna itirazı olamaz.
İtiraz eden göğe ve yere de itiraz etmiş olur. Bunları ayrılık vesilesi etmek İslam
ahlakına belki de inancına aykırıdır.
Diğeri, değerimizin takvalı oluşumuzdan gelmesidir. Yüce Allah her şeyi en ince
detayı ile bilir, bu konuda samimi olup olmamamızı gözetir ve ona göre bize bir
yer verir.
İnsanlar arasında niza çıkabilir, insanlar kavga edebilir, birbirlerini öldürebilirler,
ama bütün bunların hâl çaresi vardır ve meseleler büyümeden çözülebilir. Biz
melek değiliz yanlış yapabiliriz, günah işleyebiliriz, ama daima tevbe kapısı
açıktır, her zaman yanlışı, hatayı, günahı telafi etme imkânı vardır
İşte Rabbimiz bize yol gösteriyor; “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse
kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size
merhamet edilsin. Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki
onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasın.
Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Birbirinizi karalamayın, birbirinizi (kötü)
lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir namdır! Kim de tövbe
etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir. Ey iman edenler! Zannın
birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve
mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz
ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı
gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet
edendir.”(Hucurat,10-12)
Bu ilahî buyruklar; hem tek tek fertler arası ilişkilerde, hem aile içi ilişkilerde,
hem gruplar arası ilişkilerde, hem kavim- kabile arasındaki ilişkilerde
gözetmemiz gereken altından kıymetli öğütler, nasihatler, emirlerdir.
Müslümanlık da bunlara riayet etmektir. Bu emirlere riayet eden bir kişi; kavim-
kabile davası gütmez, kimseyi küçümsemez, başka millete tepeden bakmaz.
Kavmiyet davası güden bizden sayılmaz, asabiyet için çarpışan cehennemlik iş
işlemiş olur. Bir kavmin İslamî olan anlayış, yaşayış ve dilini inkar etmek de
dolaylı kavmiyetçiliktir.
Kavmiyet davası gütmek ne denli yanlış ise kavmi özellikleri inkar etmek de o
denli yanlıştır. Kabile/grup taassubu, meslek taassubu, şehircilik taassubu da
hafif tür ırkçılığa girer. Ümmeti zedeleyen her türlü ayrılık ve ayrıcalık zem
edilmiştir.
…….
Yeni Modernlik ve İslamlaşma (5)
Hakikatin Ortaya Çıkması
“Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar” Namık Kemal
[Hakikat parıltısı, ışığı aydınlığı, fikirlerin çarpışmasından/ çarpmasından doğar.]
Bu hususta birkaç önemli mesele vardır.
a-Fikir olacak ve bu fikrin sahibi ve temsilcisi olacak.
b-Bu fikir sahipleri, konuyla ilgili başka fikirlerin varlığına inanacaklar, onu da
kabul edecekler.
c-Bu fikirlerini, düşüncelerini hangi konuda olursa olsun, zıt fikirlerle,
düşüncelerle, anlayışlarla test edebilme cesaretini gösterecekler.
d-Kani oldukları fikirlerin mutlak hakikat olmadığına da inanacaklar.
e-Hakikat peşinde olacaklar. Kendi fikirlerini karşı tarafa dayatmayacaklar.
Meselenin ana mihverini, ‘gerçeğin peşinden koşmak, gerçeği aramak, ön
kabullerden kaçınmak’ olarak tarif etmek imkân dâhilindedir.
Müslüman olarak söz konusu edilen hakikat; bizim aklî, tecrübî, bilgi alanımıza
bırakılan konulardadır. Sübutu ve delâleti kesin nasslarda bu hüküm geçerli
değildir. Ancak o nassların uygulama biçimi dahi bazen bizim söz söyleme
alanına bırakılmıştır, bu da göz ardı edilmemelidir.
Bu gerçeklerden korkanlar, insanlara bırakılan alanları daraltarak bazı nasslara
sığınarak kaçamak yollarına başvuruyorlar.
***
Bir konuda birbirinden ayrı, hatta birbirine aykırı görüşler olabilir. Bir görüşün
sahipleri veya destekçileri, hele iktidara veya güce de sahipseler, kendi
görüşlerine uymayan görüşleri ve sahiplerini görmezden gelme, bastırma ve
susturma, hatta yok etme yoluna gidebilirler. Oysa bu durumda yapılması
gereken iş, farklı görüşleri yüzleştirmek, yüzleştirmekten de öte “müsâdeme”ye
sokmak, yani “çatıştırmak”tır, “birbirine çarpmak”. Çünkü gerçeğin ne olduğu,
ancak bu ayrı görüşlerin birbirleriyle girdikleri ölçüşme, tartışma, çatışma ile
ortaya çıkabilecektir.
Çarpışan iki cisim ne kadar sert ve kavi ise, çarpışmalarından o denli bir kıvılcım
çıkar. Fikirler de ne denli keskin ise o denli çatışmalar sert olur. Sert tartışma
sonucu varılan mutabakat, hakikate daha yakın olur.
Evvela orta yerde bir fikir olacak, bir düşünce olacak, bu düşüncenin dayanakları
olacak, usulü ve adabı olacak, bunlar olmadan fikirlerin çatışması söz konusu
değildir. Fikir sahibi olmakla başkasının fikrini kendi fikriymiş gibi sunmak
arasındaki ince çizgiye de dikkat etmek gerekir. Kendi fikri olmayan veya
savunduğu fikrin dayanaklarını bilmeyenler, fikrî konularda çatışmaya,
yüzleşmeye gelemezler, böyleleri sadece savunur veya karşı çıkar, çünkü bu tür
insanların zihninde geliştirme, test etme yoktur. Ya inanacaksın veya inkâr
edeceksin, onun için böylelerin dünyasındaki her şey ya tümüyle kabul edilir
veya tümüyle reddedilir.
Bir fikrin temsilciliğini yapabilmek için, ya fikir kendisinin olacak veya
savunduklarının dayanaklarını detaylı biliyor olacak. Bunlar olmadan fikir sahibi
olmak…. Buna aktarmacılık demek daha uygundur. Bir kitap okumak veya bir
sohbet dinlemekle bu tür fikir(!) sahiplerini dinlemek arasında bir fark yoktur.
Başkasının gayretini çabasını anlayabilmek, çaba sarf etmekle olur. Bir fikrin
oluşumunda nasıl bir yol izlendiğini bilen ancak başka fikirlerin değerini bilebilir.
Hayatında kendine ait bir cümlesi olmayanın, fikir sahibi kesilmesi meseleyi
açmaza sokar.
Fikir sahibi ve ya fikrin dayanaklarına vakıf olan, zıt fikirlerle kendini test etmeyi
sever, çünkü test etme zaaflarını fark etme demektir. Zaaf taşımıyorum
iddiasıyla yola çıkanlar, kendilerine göre bir alan açarlar ve o alanda fikirler
üretirler. Alanın dışına çıkmayı kayma, sapma olarak anlarlar.
Hakikat arayıcıları ve bulucuları, hakikatin öyle çok kolay olamayacağını da
bilirler. Onun için daima arayışlarını sürdürürler, insanoğlu bir kanaate varır
oranın gerçek ve hakikat olduğunu sanır, lakin her zaman bu böyle olmayabilir.
Fikir açısından ‘ben olgunlaştım, kemale erdim’ demek yok olmanın
başlangıcıdır. Aslında insana bırakılan her konu böyledir, güzelin güzeli,
mükemmelin mükemmeli her zaman vardır.
Meselenin özüne dönersek; Said-i Nursî; “Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin
vakit, ‘Mesleğim haktır veya daha güzeldir’ demeye hakkın var. Fakat ‘Yalnız hak
benim mesleğimdir’ demeye hakkın yoktur.” der.
Her bir mezhep mensubu mezhebinin haklılığına ve İslam’ın anlaşılması ve
yaşaması için bu yolun doğru olduğuna inanır, inanması de elzemdir. Böyle
olmasa ona ittiba etmez. Burada bazı hususlara dikkat lazım gelir. A- Mezhebini
iyi bilecek, dayanaklarını, usulünü anlayacak, hüküm çıkarma yolunu ve
yöntemini bilecek. B- Mezhebi dinin anlaşılması için bir vasıta olduğunu da fark
edebilecek. Mezhep dinin üstünde, üst bir şemsiye değildir, dinin içinde ve
onun şemsiyesi altındadır. C-Diğer mezheplerin de haklı olduklarına inanacak.
Her bir mezhebe mensup olanlar, aralarındaki ortak ve farklı taraflarını
bilecekler. Ortak noktalarda ortak hareket edecekler, farklılaştıkları noktalarda
ise birbirlerine anlayışlı davranacaklar. Yoksa mezhep- meşrep olmaz deyip
kestirip atmak biraz ucuzculuktur.
Dini anlama ve yaşama yöntemi olmadan din anlaşılmaz, yaşanamaz. Anlama ve
yaşama biçimi orta yerde olacak. Herkes kendi mezhebine veya mezhepsizliğine
(bu da ayrı bir mezheptir aslında) bağlı kalacak ve fakat hepsi İslam’ın kardeşlik
şemsiyesi altında toplanacaklar.
Böyle bir olgunluğa ulaşan toplumlarda ancak sükûnet ve istikrar sağlanabilir.
Yeni Modernlik ve İslamlaşma (6)
Yeni Modernliğe Karşı Yeni Nesil İslamlaşmayı Sağlayacak
Kendi çağını anlayan, onunla aynı dili konuşan, çağın imkânlarından istifade
ederek İslam’ı çağın insanının anladığı şekilde sunabilen bir gençlik. Hem bu
çağla iletişim kuracak, onu anlayacak hem de onun azgınlıklarıyla hesaplaşacak
bir gençlik.
İşte bu gençlik; İslam’ın özüne, esasına, temel metinlerine sımsıkı sarılarak;
sağlam ve sarsılmaz imanlı bir nesil olacak, bu iman sahibi insanlardan oluşan ve
ahlaki ilkelere son derece bağlı bir topluluk oluşturacak. Sonra bu ahlakı
kurumlara içirmek ve orada iman ve ahlaklarıyla numune teşkil etmeyi
sağlayacak.
Yetişecek olan bu nesil geleceğin inşasını gerçekleştirebilecek. Bu nesil; bilgi ile
bilinci içiçe ve birlikte elde edecek ve bunu topluma, kurumlara uygulayacak.
Kendini/ bağlı bulunduğu kültür havzasını iyi tanıyacak, İslam dünyasının
imkânlarını ve zaaflarını bir arkeolog gibi iğne ile kuyu kazarcasına öğrenecek.
Zaaflarını gidermeye ve imkânlarını kuvvetlendirmeye azami gayret gösterecek.
İç ihtilafların ve bugünün gereksiz münakaşa ve tartışmaların üstüne çıkacak. O
alandan sıyrılacak başka bir alana İslam diriliği alanına yönelecek. Merkeze
hayatı ve geleceği koyacak.
Sübutu ve delaleti kat’i naslara sımsıkı sarılacak, onların önünde fren koyacak,
orada susacak, asla tartışma alanına sokmayacak, onlara bağlanacak, Allah ve
Rasulü ne demişse o olacak.
Bize bırakılan alanlarda da muhkem nasların çizdiği çizgi doğrultusunda,
alabildiğine cesurca kararlar alabilecek. Bu hususta gereken riskleri göze alacak.
Bunun için bizim bilhassa fıkıh usulünü iyice kavrayacak, siyeri ve sünneti,
toplumsal yapılanma ve insanlar arası ilişkilerde rehber edinecek. Hz.
Peygamberin toplumu inşa ederken nasıl insan yetiştirdiğine bakacak. Gayr-i
müslim ve düşman kabilelere ve devletlere hangi şartlarda nasıl davrandığını
detaylarıyla öğrenecek, künhüne vakıf olacak ve oradan çıkaracağı derslerle bir
dirilik yolu belirleyecek.
Asıl medeniyetimiz ve örneğimiz Asr-ı saadeti örnek alacak bununla
yetinmeyerek, daha sonra kurulan, medeniyetimiz diğer devletlerini ve
işleyişlerini de inceleyecek. Örneği Asr-ı saadet olacak lakin Emevi, Abbasi,
Selçuklu, Osmanlı… devletlerimizin tecrübelerinden de yararlanacak. Bu
yetmez, Osmanlının dağılmasından sonra çıkış için çare arayışlarını da didik
didik inceleyecek bunlardan da kendisine ışık tutacak bazı uygulamalardan
yararlanmasını bilecek.
Bununla yetinmeyecek; geçmişte ve günümüzde gerçekleşen diğer
medeniyetleri devlet ve toplumsal işleyişleri de teferruatlı şekilde inceleyecek,
oradan da kendine yarayan bir şey bulabilirse onu da almaktan çekinmeyecek.
Ayrıca tarih boyunca hak ve hakikat karşıtlarının gerçeğe ve fıtrata karşı
uyguladıkları hile ve desiseleri de kendini öğrendiği gibi öğrenecek ve ona göre
tedbirini alacak.
Modern dünyanın ahvaline de vakıf olacak, nasıl bir dünyada yaşadığını bilecek.
Dostlar arasında bir mertebe uygulayacak, kendini merkeze koyacak lakin
dünyayı/ İslam dünyasını kendinden ibaret görmeyecek. Tüm renkleri ve
tonlarıyla dünyamızı tanıyacak. Onlar arasındaki birlikleri çoğaltmaya çalışacak,
farklılıkları da zenginlik haline getirmesine gayret gösterecek. Tevhid dairesinde
olan tüm Müslümanları kardeş bilecek.
Fıtrat bozucular ile fıtrat muhafızlarını birbirinden ayıracak. Fıtrat bozucuların
karşısında fıtrat koruyucuların yanında yer alacak. Ahlakı imanın tezahürü
olarak görecek. Bunun için ahlakiliği her şeyden üstün tutacak. Adaleti ahlaktan,
ahlakı adaletten ayırmayacak, iman ile adalet arasındaki bağı güçlendirecek,
itikat ile amel arasındaki bağı da birbirinden ayrılan ve içiçe giren kısımları ayrı
ayrı değerlendirecek.
Çağın geçer akçe olanlar ne ise onları bilecek, öğrenecek ve İslam ve insanlık
lehine kullanacak. Kendini kapatmayacak, meselelerin üstüne üstüne gidecek,
korumacı olmayacak atak olacak. Dışa atağın içi kuvvetlendirdiğine inanacak.
İçine kapandıkça kaybedeceğini bilecek bir nesil.
Nerede duracağını ve nerede hareket halinde olacağını bilen bir nesil.