19 Şubat 2016 Cuma

UZUN HİKAYE



ESERİN KİMLİĞİ
ESERİN ADI: Uzun Hikaye
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 1. Baskı Şubat 2000
SAYFA SAYISI: 114
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:

HİKÂYENİN KAHRAMANLARI:
Bulgaryalı Ali
Münire
Emin Efendi
Tren Şefi
Şeref
Okul müdürü
Savcı
Mayor şehir
Mustafa
Maskenci

ESERDE İŞLENEN KONU: 
Kutlu'nun hikâye anlatıcılığının en güzel örneklerinden bu, sıkıntılı bir dönemde yaşamaya çalışan umut dolu insanların serüveni. Bizim topraklarımızda, bizim insanlarımızın arasında. Oraları bilmeyen birinin mekan, karakter ve atmosfer yaratmada bu derece başarılı olabileceğini düşünmüyorum. Klasikler dışında okuduğum kitaplara dönmeyi pek sevmem ama bu bir Türk klasiği bana göre, Mustafa Kutlu da edebiyatımıza pek özgün bir soluk kazandıran harika bir yazar.

Uzun Hikâye, Bulgaristan Göçmeni Ali ile oğlunun başından geçen olayların göç olgusu zemininde ve nostaljik bir atmosferde anlatıldığı uzun bir hikâyedir. Uzun Hikâye’nin en dikkat çeken tarafı, otobiyografik özellikler göstermesidir. Oldukça akıcı bir dil ile kaleme alınan Uzun Hikâye’de anlatılanlar, yazarının hayatındaki bazı olay ve kahramanlarla paralellik arz eder.

Kutlu´nun tür olarak ilk uzun hikâyesi. Eser aslında annesini kaybeden bir çocuğun babası ile yaşadığı uzun, çalkantılı, dokunaklı bir macerayı dile getiriyor. Adalet duygusuna sürekli vurgu yapılan hikâyede anlatım esaslı bir üslup kullanılmıştır. Baba daha düzeli bir hayat kurmasını özlediği oğlunu büyük şehre gönderir, lakin kader genç adamı tıpkı babasının yürüdüğü yolun başına getirip bırakır.

ESERİN ANA FİKRİ
Mustafa Kutlu Uzun Hikaye adlı eseri 1940'lı yıllarda başlıyor ve 1970'li yılların sonuna kadar uzanıyor. Bulgaristan Göçmeni Ali ile oğlunun başından geçen macera anlatılıyor. Hayatı boyunca yerleşik düzeni olmayan ve oğluyla kasaba kasaba dolaşan Bulgaryalı Ali'nin hikayesi. Bazen neşeli, esprili, bazen de dramatik ve hüzünlü fakat sıcacık bir hikaye. Nostaljik bir havada anlatılan Hikaye’de dikkat çekici özelliklerden biri otobiyografik gösterilmesi. Akıcı bir dille kaleme alınan Uzun Hikayede anlatılanlar, yazarın hayatındaki bazı olay ve karakterlere eş değer…

ESERİN TÜRÜ:

Hikâye

ÖZET:
Mustafa anlatıyor, şu koşan çocuk. Bir zamanlar 16 yaşındaki genç. Babasını ardında bırakıp bir başına yola çıkan genç adam. Babasının daktilosuyla bir solukta döküyor hikâyeyi. Uzun, çünkü dolu dolu bir hikâye bu. Yolların, kasabaların, mücadelenin ve umudun hikâyesi.

Ali, dedesiyle beraber Bulgaristan'dan göçüp Eyüp'e yerleşir, rızklarını topraktan çıkarırlar. Mahalleli önce diş bilemiş, sonra dede Pelvan Sülüman bir silkelemiş adamları. Pabuç bırakacaklardan değil, bildiği yoldan ayrılmayan bir adam. Doğruluktan şaşmaz. Ali de dedesinden alıyor bu huyunu. Münire’ye aşık oluyor, belalı ailenin kızı. Abileri kızı zengin birine yamamaya çalışıyor, dövüyorlar kızı bir de. Ali bu ağabeylerinden ve yamanacakların olduğu sinemayı yakıyor, Münire'yle birlikte düşüyorlar yola. Uzun hikâye böyle başlıyor. Bir istasyondan diğerine, kök salacak bir yer bulana kadar yolculuk devam edecek. Bitmiyor bu yolculuk; Münire'nin ağabeylerinden kaçış bir süre sonra sona erse de ilk duraklardan birinde Ali'nin adı sosyaliste çıkmış, lakap olarak kalmış. 1960'ların Türkiye'si için ana avrat küfretmek oluyor birine sosyalist demek. Dönemin siyasi ortamı bunu gerektiriyor, bu yüzden de sözde sosyalistliği yüzünden hiçbir yerde tutunamıyorlar. Doğruluk, dürüstlük oluyor sosyalizm, komünizm, vatan hainliği, daha neler neler. Dönem insanının çıkarları doğrultusunda kavramları nasıl çarpıttığı ve kötülüğe kılıf bulabildiği söz konusu, bu yüzden Ali duramıyor hiçbir yerde, ailesiyle birlikte kasabadan kasabaya. Umutları hiç kaybolmuyor, bir ev bulacaklar mutlaka.

Üç durak var, hikâye ilkiyle başlıyor. Tren şefiyle arkadaş olan Ali, adını daha önce hiç duymadıkları bir kasabada indiriyor ailesini, eski bir vagonu ev haline getiriyor ve orada yaşamaya başlıyorlar. Ali'nin ağzı laf yapıyor, yakışıklı adam, jilet gibi giyiniyor her gün. Önemli bir insan intibası uyandırıyor, yerliler de seviyor adamı. İş mi ayarlanacak, Ali hemen ayarlıyor. Her şey yolunda gidiyor, ta ki oranın kan emicilerinin ağına takılana kadar. Ali arzuhalci, Ali kitapçı, Ali okul kâtibi. Ali okulun bahçesini işleyip cennet haline getiriyor, müdür bey her şeyin üstüne konuyor, Ali de alıyor bir gece bütün meyveleri sebzeleri, konu komşuya dağıtıveriyor. Başka bir durağa.

Münire hamile, bir gece fenalaşınca doğruca ilk trenle hastaneye. Mustafa evde bekliyor ki beraber dönsünler. Ali dönüyor, elinde annenin pardesüsü. Sarılıp ağlıyorlar. Mustafa, babasının ilk kez o zaman ağladığını görüyor. Biri annesini kaybediyor, diğeri de hayatını büyük bir mutlulukla paylaştığı karısını. Ali için yolculuk eksik kalıyor, Münire yanında olmayacak ama Mustafa var, Münire'nin fotoğrafı var, bir de saka kuşuyla küpe çiçeği. Münire'den hatıra. Yola devam.
Mustafa büyüyor elbette. Annesi öldüğünde küçüktü, lise çağına geldiğinde bir kasabada babası arzuhalcilik yaparken hikâye biraz kendisine dönüyor. Kasaba yaşantısı, dönemin gençleri, aşklar, yazılan mektuplar, dönemin sosyal ve siyasal ortamı. Bu kitabı üç kez okudum ve son okuyuşumda, birkaç aydır küçücük bir kasabada yaşadığım için, İstanbul'un kaosundan uzaklaşıp küçük yerlerin yaşam tarzını gördükten sonra tam olarak anladım. En ufak bir hareketiniz bile laf olur, yayılır sağa sola. Yabancılanırsınız. Yeri gelince adam yerine koymazlar bile. Mustafa'nın gençliğini yaşadığı ortam böyle bir ortam. Tabii babasına çekmiş o da, hiçbir şeyin altında kalmıyor ama yolculuklardan da sıkılıyor, ayrılmak istemiyor artık büyüdüğü kasabadan. Son ayrıldıklarında eskinin eşkıyası, yeninin zabiti Zopuroğlu sıkıştırıyor iyice Ali'yi, polisler basıyor evi. Gidiyorlar. Son kasaba, baba-oğul için dönüm noktası oluyor. Mustafa üniversiteyi kazanamıyor, babasının devraldığı kitapçıda çalışıyor. Aşık olduğu kız Mustafa'yla kaçmak istemeyince, Ali de yerel bir gazetede yazdıkları yüzünden hapse girince yol yine gözüküyor, bu sefer Mustafa tek başına gitmek zorunda. Son ziyarette Ali, Mustafa'ya daktilosunu veriyor, bir bildiği var. Başa dönüyoruz, Mustafa her şeyi bir gecede yazıveriyor o daktiloyla, babasının o güne kadar çalamadığı mızıkasını çalabiliyor bu kez. Yeni bir hikâye başlıyor, önceki kadar umut dolu. Sevgi yok belki ama o da olur. Bir gün her şey olur, kervan yolda düzülür.

  SON BAKIŞ:

12 Şubat 2016 Cuma Antalya’ya gideceğiz. Sendikamızın 10. Türkiye Buluşması için. Sabah erken saatlerde yola koyuluyoruz. Sabah namazını Havaalanında eda ediyoruz.
Aslında benim planım bu buluşma ve bu buluşmanın fikir babası Rahmetli Erol Battal ile ilgili bir hatıra yazmak.

Otele yerleştikten sonra Uzun Hikaye’yi alıyorum elime, başlıyorum okumaya. Bitirinceye kadar devam ediyorum.

Tahsin Beyle kitap kritiği yapıyoruz: Kutlu’nun en güzel eseri olduğuna karar veriyoruz.

Toplantılar, sunumlar, ikili görüşmeler…

Bir hatibin konuşmasında dillendirdiği Demirci Mehmet Efe ile ilgili Hıdır Beyle konuşma fırsatı buluyoruz; daha doğrusu endişelerimizi dile getiriyoruz.

Uzun hikaye’nin beni ilgilendiren tarafı Burgazlı arkadaşımın olması. Hikayenin kahramanı Bulgaristanlı olunca Burgazlıyı arıyorum, kitap hakkında konuşuyoruz. Bu vesileyle dertleşme imkanına kavuşuyorum.
İyi ki varsın Burgazlı…


10 Şubat 2016 Çarşamba

Teşekkürler

Bir kez daha kendimden bir şeyler buldum yazdıklarında.. Daha da samimi ve içten özlüyor insan sevdiğini hasretle, Bazen ağlıyor bazen de ağlatıyor..göçmen kuşlar gibi uçmak zorunda kalabiliyor.. Uzaklaştıkça daha da yaklaşıyor sevdiğine.........
Yazılarının devamını bekliyorum..


9 Şubat 2016 Salı

ARKAKAPAK YAZILARI




ESERİN KİMLİĞİ

ESERİN ADI: Arkakapak Yazıları

YAZARI: Mustafa KUTLU

YAYIN EVİ: Dergâh

BASKI SAYISI: 8. Baskı Aralık 2014

SAYFA SAYISI: 98


Türk hikâyeciliğin yaşayan ve efsane ismi Mustafa Kutlu, Arkakapak Yazıları ile hikâyeciliğin halka ulaşmasında önemli katkılar sunmuş. Mustafa Kutlu’nun hikâyeciliği bu memleket için çok önemlidir.


Mustafa Kutlu hikâyelerinde özümüzden kopmadan dünya ile birlikte olabileceğimizi dile getiriyor. Kutlu, satırlarında batılılaşmadan batılı olabileceğimiz gibi kendi öz kültürel değerlerimizle günümüz dünyasının sahnesinde yer alabileceğimizi dillendiriyor.


 Mustafa Kutlu, hikâyenin gelişmesine ve günümüzde okuyucuya ulaşılma noktasında büyük katkılar sağlamıştır. Mustafa Kutlu’nun hikâyelerini incelediği konuları bakımından birçok kategoride incelemek mümkündür. O hikâyelerinde Türkiye’nin sosyal, siyasal, ekonomik, sosyolojik olarak bir portresini çizer. İşlediği konular ve ele aldığı kahramanlar içinde yaşadığımız toplumun bir parçası olarak sokakta, çarşıda karşılaşacağımız durumlar ve kişiler. Ama Mustafa Kutlu bunları ele alırken sihirli bir şekilde onları sayfalarda dikkat çekici bir şekilde canlandırmayı başarmıştır. Bu da onun hikâye türündeki ustalığından kaynaklanmaktadır.


Arka Kapak Yazıları kısa kısa hikâyeler şeklinde, resimlerle zenginleştirilmiş bir eser olarak okuyucuya sunulmuş. Kitapta Kutlu’nun olaylara, durumlara, günlük yaşantıdaki meselelere nasıl bir bakışla baktığının görmek mümkün.  Kitap 22 olaya 22 ayrı hikâyeyle karşılık veren bir yazarın seyir günlüğü gibi. Olayları kendinde bıraktığı etkileriyle birlikte, şiirsel bir üslup ile yazmıştır.


”Güvercin Avlayan Martı” hikâyesinde yazar değişen dünyanın, kirlenen çevrenin ekosistemi nasıl bozduğunu gördüğü bir martının bir güvercini nasıl öldürdüğü üzerinde işleyerek sunmuş. İnsanların gün geçtikçe dünyayı bozduğunu, doğallığın git gide sona erdiğini, kendi sonunu hazırlayan insanların bu sonu görecek kadar da vakitlerinin olmadığını sitem ederek hikâyeye işlemiş.


Hikâyelerin çoğu modernleşen dünyanın, kirlenen evrenin etkilerini kimi zaman insanlar üzerinden kimi zaman hayvanlar üzerinden değerlendirerek aktarılmış. Yazar bu etkilere bir dur diyerek, sitem ederek, kızarak hikâyelerinde işlemiştir.

Modernleşen, sanayileşen, büyüyen kentlerin büyük çevre ve toplum kirliliğine yol açtığı sosyolojik bir bakış açısıyla incelendiğinde sanayileşmenin getirmiş olduğu sorunlar arasında sayılabilir. Köylerden kentlere yapılan göçler şehirlerde yığınlaşmaya yol açmıştır. Gecekondular kurulmuş, insanların ihtiyaçlarını karşılamak için büyük sanayi tesisleri kurulmuş, bu sanayi tesisleri doğal dengeyi bozacak fütursuzca bir işleyişle hem doğal dengeyi bozmuş hem de insan sağlığını bozmuştur.

Yazarımızın birçok konuda maharetli olduğunu biliyoruz. Kitapta yer resimleri muhtemelen kendisi çekmiştir. Kitapta yer alan resimlerden (Güzel Bir Gün Nasıl Olur) birinin tekrar gözden geçirilmesinde fayda var diye düşünüyorum.


Arkapak Yazıları kitabını okuduğum süre zarfında ilimizde birçok gelişme oldu. İl milli eğitim müdürümüzün değişeceği duyumu üzerine birçok kişi ve kişilerle görüşmek zorunda kaldık. Adaylardan biri geldi biri gitti. Üsküdar Üniversitesi ile İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü arasında imzalanan ‘Hayatı Fark Et Dünyan Değişsin’ projesinde Muammer Bey gitmeyeceğini söyledi. Bu konu, hala gündemdeki yerini koruyor.


Okullar yarıyıl tatiline girdiler. Öğrencilerimiz bugün gelmediler okula. Okul onlarsız hem öksüz hem de yetim. Benim için zor bir tatil oldu. Her gün görüştüğüm arkadaşlar yurt dışına gittiler. Şimdi telefon hem öksüz hem de yetim. Bazı şeyler anlam yitirdi.


Tatil de bize hasret ve özlem bıraktı.


Yaşam devam ediyor, sendikacılık faaliyetlerimiz devam ediyor. Nezih bir ortamda (Valide Sultan Kız Koleji) misafirlerimizi ağırlıyoruz. Bütün hizmetleri el birliği ile elcağızımızla yapıyoruz.


Sevdiğimiz arkadaşlar yurt dışından dönmeye başladılar göçmen kuşlar misali kimisi ile yüz yüze görüşme imkânımız oldu, kimisini hala özlüyorum. İnsan bazen sevdiklerini özlüyor, hasretle; bazen sevdiğine ağlıyor, bazen de sevdiğini ağlatıyor.


Hafta sonu Antalya’da sendikanın Türkiye Buluşması var. Rahmetli Erol Beyin projesi. Gitmeden önce ‘Geçen Gün Anakaradaydık’ yazısını yeniden okumak lazım.


İlahi, beni nefsimin zilletinden çıkart, kabre girmeden önce beni şüphe ve şirkten temizle. Ancak, senden yardım diliyorum, ancak sana tevekkül ediyorum, beni bırakma, beni hüsrana uğratma. Senin fazlına ve ikramına rağbet ediyorum, beni mahrum etme. Sana, senin tarafına instisab ediyorum, beni uzaklaştırma. Senin kapında duruyorum. Beni kabul et.

(kitaptan alıntı)




4 Şubat 2016 Perşembe

BİR ÇAĞIN VİCDANI OLMAK


Son yıllarda bilim ve teknolojide yaşanan akıl almaz gelişmeler ile günümüz insanı eskiye göre çok daha iyi şartlarda yaşamakta ve istediği her şeye kolayca ulaşabilmektedir. Ne yazık ki bu durum beraberinde insanların pek çok konuda duyarlılıklarını kaybetmelerine de neden olmaktadır. Böylece yalnızca kendini düşünen, diğer insanlara ve çevresine karşı duyarsız kimlikler ortaya çıkmıştır. Özellikle maddî kaygıları öne çıkaran anlayış; insanı, insanî değerlerden koparmaktadır.

Gazeteler, TV kanalları açlık ve yoksullukla savaşan milyonların ve denizlerde boğulan Suriyeli mazlum mültecilerin haberleriyle dolu. Bu haberler açlıktan ölen ve yeni bir yaşam umuduyla ölüm yolculuklarında, denizlerde boğulan insanların sayısının her geçen gün insanı dehşeti düşürecek boyutlara çıktığını, çıkacağını hatırlatıyor. Bir yanda açlıktan ve çaresizlikten ölenler, diğer yanda onların bu açlığına ve çaresizliğine karşı duyarsız milyonlar, milyarlar! Doyumsuz bir ihtirasla, çılgınca, maddî güçlerini, servetlerini artırmak isteyenler! Diğer insanların “açız!” feryatlarına kulaklarını tıkayanlar…

Yoksulluk içimizde büyüyor. İçimiz yoksul, içimiz aç… İçimizdeki yoksulluğu, insanî değerlerle, sevgiyle doldurmak zorundayız. İnsan olmanın anlamını o zaman idrak edebiliriz. Elbette herkes daha iyi şartlarda yaşamak ister. Ne var ki bu isteğin aşırı boyutlara yükselmesi, insanı dünyevi ihtiraslarla adeta canavarlaştırır, bütün ahlakî değerleri görmezden gelerek, yalnızca kendini düşünen mekanik bir aygıt haline getirir. Bu olumsuz gidişin farkına bile varamaz. Çünkü onun gözü artık kör, kulakları sağır, yüreği kararmıştır.

 Yalnızca kendisini düşünen, bencilliği kendisine ilke edinen değil, açlık ve sefaletle kıvranan insanları da gören, onların acısını duyan ve yürekleri titreyen, bu anlamda kendisine düşen sorumlulukla bir şeyler yapmaya çalışan insan… Çağımız işte böylesi insanlara muhtaçtır.

 Çocuklarını iyi yetiştirmek adına farkında olmadan her şeye ulaşabilir hale getiren anne babalar! Bin bir türlü imkân içinde yine de doymayan, bir şeyler üretmek, başta ailesi olmak üzere, diğer insanlara yararlı olmak yerine “hep isteyen” bir alışkanlıkla mutluluğu ellerinden kaçıran gençler! Yalnızca ekonomik kaygılarla; sosyal, kültürel, ahlakî değerleri gözden kaçıran bilim adamları… Hayata kendi “at gözlükleri” ile değil, “insanî” bir pencereden bakmayı bir öğrenebilsek/öğretebilsek…
İnsanlar, yaşadıkları dönemlerin olumsuz koşullarına karşı durmak için her zaman bir arayış içinde olmuşlardır. Bu arayışın adresi, kimi zaman Hilful Fudul, kimi zaman Ahilik Teşkilatı, kimi zaman dernek- vakıf, kimi zaman da sendika olmuştur. Her dönemde bu sivil Toplum Kuruluşları yolu ile insanlığa hizmet etmişler ve inandıkları değerlerin mücadelesini vermişlerdir.

İşte bizde bir çağın vicdanı olmak istiyoruz, bir çağın! Daha doğrusu, insanlığın idrakine vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, yüreklere dokunmak, insanları insanlığından ayıran bütün duvarları yıkmak istiyoruz! Muhteşem bir maziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlayacak köprü olmak vazifesi görmek istiyoruz; kelimeden, vicdandan, sevgiden bir köprü..."

İnsanlar zamanın ya içinde yaşarlar ya da dışında. Zamanın içinde yaşayanlar, ki bunlara vukuf-ı zamanî veya ibnü’l-vakt denir, yaşadıkları zamanın farkındadırlar, vakti idrak ve eda ederler; içinde bulundukları zamanın yükümlülüklerini üstlenirler ve en mühimi, niçin yaşadıklarının bilincindedirler. Biz de, yaşadığı zamanın farkında olan insanlarız. Sendikacılığımız da bu çerçevededir.


Bugün elde ettiğimiz birçok kazanım, zor günlerde yapılan çalışmaların, verilen büyük mücadelelerin eseridir. Bu çerçevede; öncelikle eğitim sistemimizin kanayan yaralarından başörtüsü zulmü ve katsayı adaletsizliğine son verilmiştir. Kapatılan imam hatip orta kısımlarının tekrar açılması, okullarda ibadet hakkının kullanılabilmesi için mescitlerin açılması, siyer ve temel dini bilgiler derslerinin okullarda okutulması ve milli güvenlik derslerinin mevzuattan çıkarılması gibi temel meseleler çözüme kavuşturulmuştur. Bunlarla beraber 4+4+4 eğitim modelinin uygulanması ile toplum nezdinde kangren haline gelmiş birçok sorun çözülmüştür. Eğitime kendini adamış eğitimcilerimizin özlük hakları ile ilgili yoğun çalışmalarımız neticesinde toplu sözleşme hakkı elde edilmiş ve beraberinde nöbet ücreti gibi teknik hususlarda kazanımlar sağlanmıştır. Öğretmene saygı yürüyüşü ve ortak akıl mitingleri ile birlik ve beraberliğimiz, katılımcı yaklaşımımız ve demokratik bir baskı unsuru olarak sivil toplum örgütü işlevimizi nasıl etkin bir şekilde kullandığımız gözler önüne serilmiştir. Fakat derdimiz sadece eğitim değildir. Şüphesiz bu, bizim asli mücadelemizi eksik bırakır! Her sınıfın bir yetim kardeşi var projesi ile yetim çocuklarımızın önlerindeki engelleri ortadan kaldırmaya ve yanlarında olduğumuzu göstermeye çalıştık. Dünya mazlumlarına yardım kampanyaları yolu ile bir nebzede olsa elimizden gelen desteği vermek istedik. Ve bu bahsedilenlerin ötesinde birçok çalışmaya imza attık ve atmaya devam edeceğiz. 

Boynumuzdaki yükü Cenab-ı Allah izin verdikçe inançla ve özveriyle taşımaya devam edeceğiz…