ESERİN KİMLİĞİ
ESERİN ADI: Dem Bu
Demdir
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 1. Baskı
Aralık 2014
SAYFA SAYISI: 251
İÇERİK (MUHTEVA)
ÖZELLİKLERİ:
ESERDE İŞLENEN KONU:
Mustafa Kutlu’nun günlük gazetelerde kaleme almış denemelerinde
oluşan bir kitap. Kutlu, bu denemelerde günlük olaylar, siyasi gelişmeleri
farklı bir bakış açısıyla kaleme alıyor.
ESERİN ANA FİKRİ
Biz
Asyalı bir toplumuz.
ESERİN TÜRÜ:
Deneme
ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:
Geçti mi geçen günler?
YAZARIN ÜSLUBU:
Yazar anlatımında
güzel ve pürüzsüz ana sütü gibi bir Türkçe kullanmıştır.
ESERDEN ALINTILAR
1998 yılı
birkaç gün sonra bitecek. Yazı yazmaya başlayalı otuz yıl olmuştu. Her gelip
geçen neslin söylediği nakarat: Nasıl geçti buncu yıl?
Bu ağaç bana
nedense Arif Nihat Asya’nın “Bayrak” şiirini çağırtılıyor : “ ey şimdi süzgün
rüzgârlarla dalgalı…”
Allah’ın
talihli kullarından biri olmalıyım. İstanbul’a geldim geleli Sultanahmet ve
civarında çalışıyorum. İstanbul’un kalbini dinliyorum yani.
Yarını
düşünenler döviz bürolarında ışıklı tabelalara bakıyor. Köylünün gözü gökte.
Rahmet damlamadı gitti. Bu gidişle yağmur duasına çıkılacak.
Şunu
söylemek istiyorum: Sevinci de kederi de paylaşmayı bilmeliyiz. Tevarüs
ettiğimiz ahlak bize bunu emrediyor. Yalnız olmadığımızı bilmeliyiz. Gök
kubbenin altından bize ayrılan süre içinde gelip geçerken bir yara ya merhem
olmanın hazzını tatmalı, onurunu yaşamalıyız.
“dem bu
demdir” , tabiri u ânın kıymetini ifade etmek için söylenmiştir. O bir rahmanî
nefestir ki HAKK ’ın feyzinden ibarettir. Tasavvuf erbabı bu kavramları
şiirlerinde kullanmışlardır.
ü Bahar nedir?
Bir yeniden
doğuş, bir yeni hayat, diriliş, coşku, sevinç, enerji, mutluluk, bereket,
müjde, değil mi?
Evet öyle…
Belki bir
balık çıkar ortaya yutar bizi.
Belki bir
mağarada uyuyakalırız.
Keşke,
Otuzun
üstüne çıkanlar ne dergi okuyor, ne kitap. Ülkemizde basılan kitap adeti
Derleme Müdürlüğü ve Türkiye Bibliyografyası’nın verilerine göre 1934 yılından
bu yana hep aynı seviyede.
ü Hikâyeci
Sait Faik için anlatılan bir anekdot vardır. Kendisinin iyicene tanıdığını,
yıllarda bir başka yazar daha türemiş. Yazarlar arasında rekabeti, kıskançlığı,
atışmayı seven ve bu bunu her fırsatta körükleyen birileri, Sait Faik’e bu yeni
palazlanan yazardan bahsederek fikrini sormuşlar. O da: -- Bırak canım, adam
daha balıkların adlarına bilmiyor, ondan hikâyeci olmaz, demiş.
Adam
çiçeklerden bahsediyorken sadece çiçek diyor. Ha menekşe ha nergis fark
etmiyor.
Tabiata karşı
bu yaklaşım içinde olanlar insanları da aynı gözlerle görüyor.
“had”
kavramının insan için, insanın dünyadaki varlığı ve hem cinsleri ile ilişki
için ve nihayet tabiatla münasebeti bakımından fevkalade önemli olduğunu
inanıyorum.
Erguvan
elbette ki İstanbul’a yakışan, onu temsil eden bir ağaç. Çınar, servi, kestane,
ıhlamur, çitlembik, dahi öyledir.
Evet, rahmet
dökülmeli… Bu kadar yaz sona ermeli…
Aşk
sevgilisinde kendini yok etmesi; aşkın yok, sadece maşukun var olması, her
şeyin ondan itibaren olması halidir.
Bir mübarek
ay içindeyiz, bir mübarek zaman. Ne ay, ne zaman, bir kutu oluş içendeyiz.
Belki bir oluş da değil bu, bir ihsan Cenab-ı HAKK’ın bize lütfettiği bir
imkân.
Dünya
sistemi evimizi, işimizi, yiyecek ve giyeceğimizi, kapımızı, penceremizi, aracımızı,
yakıtımızı, okulumuzu, dersimizi, zevkimizi, eğlencemizi, tatil ve mesaimizi,
saç biçimimizi, tırnak çakımızı bile tayin ediyor.
Bu toprağın
çocukları, herkes bunu bilir. Haydi, söyleyelim bari: Bir: Adalet; iki:
Samimiyet; üç: Ahde vefa. Bu üçünü gören vatandaş – gerçekten görmesi lazım –
hiç merak buyurmayın her fedakârlığa hazırdır. Buna tarih şahittir. Milletin en
bariz hususiyeti azla yetinebilme ve çile çekme kabiliyetidir.
Yağmurun
sesi derin ve romantik duygular uyandırır içimizde. Belki dudaklarımızdan
mısralar dökülüverir.
Günümüz
insanı mekânsız bir kuştur artık. Hangi dala konacağı belli olmaz.
Tarihimizin,
hafızamızdan, hatıralarımızdan kalbimize damlayarak, mücerretten müşahasa
dönüşerek varlığına yaslandığımız, ayak basıp güç aldığımız bir zemin var mı?
Kentli
çocuklar köpek ve kediden başka bir hayvan tanımaz hale geldiler. İlkokullara
doğayı koruma dersi konulmalı.
İnsanlık
tarihinin en kanlı tarihi olan asrımız kapanırken ölüm de manasını kaybetti.
Kuyu
unsuruna şark dünyasının hemen her tarafında rastlanan zengin efsane, hikâye ve
kıssalar eşlik eder.
Kuyu imajı
bir imtihan vesilesi sayılmaktadır. Tıpkı her anı ile yaşadığımız şu dünya
hayatı gibi.
Elde olan
kıymetin kadrini bilmeyenler, abartılmış kof şöhretlerin kuyruğunda sürekli bir
düşüşü
yaşamaya mahkûm olurlar. O kadar düşerler ki, ne kıymeti kalır, ne ölçü.
Cenab-ı
Hakk’ın sevdiklerine bela verdiği belirtiliyor. Bu belaya razı olan Allah’ın
rızasını kazanır. İsyan eden ise gazaba uğrar. Belaya uğrama aynı zamanda
günahtan arınmaya ve manen yükselmeye de vesile olur.
Her gece baş
yastığa konulduğunda; suyunda çimilen ırmağı, dalından düşülen dut ağacı,
mescidi minaresi, mezarlığında öksüz kalan ölüleri ile sıla sökün edip geliyor;
rüyaların eksenini oluşturuyordu.
Gül mevsimindeyiz.
Aman dikkat, bir gül dahi koklamadan mevsimi geçirmeyin.
Hayvan
sevgisi neden sonra mevzuatın, kanunların, derneklerin, tartışmaların,
filmlerim, kitapların konusu haline gelir.
Çevrecilerle
sanayicilerin savaşı bütün dünyada sürüyor.
Ölçü şu: Ne
kadar çöp üretiyorsan, o kadar mutlusun.
Öyle ya,
böylesi bir gösteriş ‘vitrin’ istidadındadır. Ve günümüzde vitrinde olmak bir
nevi statü haline geldi. Bu pazarlanma seksen sonrasının göstergelerinden.
Vicdan
bildiğiniz gibi insanın iç âleminde yer alan bir temyiz mekanizmasıdır.
Rahmetli Nurettin Topçu’ya göre vicdan Cenab-ı Hakk’ın kalbimizdeki sesidir.
Yapılan
araştırmaların gösterdiği gerçek şu: Son otuz yılda yaşanan hızlı büyüme sonucu
doğal kaynakların % 30’nun bir daha yerine konulamaz şekilde tüketildiği.
Türk insanı
eski yaşam biçimini bir daha geri dönemeyecek şekilde kaybetti; bunun yerine
yeni bir yaşam biçimi koyamadı. Sıkıntı bu noktada.
Mezun
olduğum Erzincan Lisesi’ni düşünüyorum. Altı Fen sınıfını. Zaten bir fen bir
edebiyat sınıfı vardı. Tecelli budur işte: Feni bitirdik edebiyatçı olduk.
Güzel
insanlarımızın gülüşünü, heyecanını, iç geçirişini, çocuksu hallerini
özlüyorsunuz. Güvercinlere yem atan dedeyi, omzuna dolanan bir dost elini,
buram buram hasret kokan kucaklaşmaları, bir uzun havda eriyip giden gönülleri
özlüyorsunuz. Tanrı misafiri diye gittiğimiz evlerde önümüze seriliverilen
cennet sofralarını, üç – beş tatlı kelamı, ayrılırkenki mahcubiyet hallerini
özlüyorsunuz. Bunlar dünyada paha biçilmeyecek güzellikler.
Efendim
bizde kişinin kendinden, yapıp ettiklerinden ben – ben diye bahsetmesi terk-i
edep sayılır.
Türkiye
denilince önce başak sarısı, ardından çini mavisi geliyor.
Sonsuza
açılan pırıl pırıl mavi gök ve üç yanımızı çevirerek enginle kucaklaşan
denizler dünyamıza maviyi armağan etti. Her iki unsurun sonsuzluk çağrışımı
mabetlerimizi maviye garketmiştir. O kadar güçlü bir mühür olmuş ki bu mavi,
sonunda Türk mavisi (Tukuvaz) olarak anılmaya başlamış.
Tohum ve
toprak arasındaki ilişki insanın dünya hayatındaki belki de en iyi kavradığı
münasebetlerden biri olduğu için, meramını açıkça anlatmak isteyenler sık sık
bu ilişkiye gönderme yaparlar.
Günümüzde
fertlerin yerine kurumlar, şirketler, partiler yerleşiyor. Ve bu oluşum sanal
bir karizma ile beslenmeye çalışılıyor. Bilançolar, kar payları, şube sayısı,
oy potansiyeli her tarafı kuşatıyor. Kapitalizmin kıyıcığında yeni bir mevzi
kazılıyor sanki.
Bütün ahlak
anlayışları dini menşelidir.
Belli olan
bir Başka husus, ülkenin %20 nüfusunun gelirin %54’nü götürdüğüdür. Bu tablo olup
bitenlerin anasıdır. Millet çileye dayanıklı, aza kanaat eden bir geçmişi
yaşayıp gelmiştir. Fedakârlığın her çeşidine evet diyebilir. Yeter ki adalet
yerini bulsun, yalanın hâkimiyeti kırılsın, fazilet hükümran olsun.
Yılbaşında
önce noel kutlanıyor. İşin tuhaf tarafı Türkiye’de bunun giderek
yaygınlaşmasıdır.
Herkes
birilerini suçluyor, birilerinden şikâyetçi oluyor. Dinime söven bari Müslüman
olsa…
ü Televizyon
kanalları yeri geldiğinde ‘kültür diye diye’ mangalda kül bırakmıyorlar, ama
işte görünüyorsunuz ana haber bültenleri dahi hangi telden çalıyor.
Mesele
sessiz yığınların sesini duyurabilmekte.
Evimizi,
eşyamızı, sokağımızı, sokağımızı, yolumuzu, bakkalımızı (pardon marketimizi)
üstümüzü – başımızı, işimizi - gücümüzü
hâsılı bütün hayatımızı tanzim eden modern hayat (ABD tarzı yaşam) Ramazan’ın
uhrevi atmosferinden yeterince ve topluca feyz almamızı engelliyor.
Efendim
kadim dostum İsmail Kara’nın eseri bu konuda başvuracağımız bir kaynak: Din ile
Modernleşme Arasında – Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri.
Modern
hayatın, şehir kalabalığının, yoksulluğun bütün engellemelerine rağmen
insanlarımız birbirlerini bayramda olsun görmek, hatır sormak, hemşerilik ve
akrabalık ilişkilerini yürütmek için bu tür ziyaretlerden kaçmıyorlar.
Bayram
yüzyıllardan beri (görenekler zamanın testeresinde kırpılarak şekil değiştirmiş
olsa bile) şifa veren ferahlatıcı nefesini müminlerin üzerinde gezdiriyor.
Şehirler dolduran kalabalık içinde çok küçük ve fakat varlıklı kesimin
bayramdan kaçarak tatile gitmesini fazla abartmayın.
İnsanlar
karanlığa alışsın isteniyor sanki, karanlıkta el yordamı ile iş yapsın, olup
biteni görmesin, duymasın, sesini çıkarmasın. Karanlık severler, karanlıkta
parsayı toplasın, malı götürsünler.
Topraklarımızın
büyük çoğunluğu Asya kıtasındadır, zaten Asya menşeli bir milletiz, tarihimiz,
kültürümüz Asyalı, lakin Avrupalı olmalıyız diye karar alınmış, hedef
gösterilmiş, bunca yıl bu yolda çaba sarfedilmiş, halkımız yine ‘şark kafası’
taşıyor, bir türlü Avrupalı – Alafranga olamıyor.
Güneş her
gün doğudan doğup batıdan battığı sürece şark meselesi de gündemde kalacaktır.
Çünkü biz Avrupa’nın doğusunda, Asya’da bulunuyoruz. Apayrı bir din, kültür ve
tarihten geliyoruz. Bu kimlik ve kişilikten ne kadar kurtulmaya çalışsak da, o
bizi terk etmiyor.
Ekmek yemez
ise sofradan aç kalkan Anadolu İnsanına bu alışkanlığını değiştirmesi için
hangi imkânlar açılmalıdır.
Bu durumda
sade vatandaşın etrafında nelerin olup bittiği hususunda elinde kalan şey belki
de yalnız sağduyusudur. Tabii dumura uğramamış ise. Ortaya çıkan karanlık tablo
çağımızın aynasıdır. Her şeyi gösteren, ancak hiçbir şeyi aydınlatmayan,
hakikatini ifade etmeyen karanlık bir ayna.
Söz uçar,
yazı kalır diyorlar amma; bizim gelenekte sözü uçurmaya kimsenin niyeti yok
gibidir. Şairlerin koca koca divanları hafızalara nakşedilir. Sokaktaki adam
bile yüzlerce mısra, atasözü, kelam-ı kibar öğrenmiştir.
Beyler şunu
aklımızın bir köşesine yazalım artık: Bilgisayarın kendisi önemlidir ama; asıl
önemli olan onun tuşuna dokunacak kişinin kafasındaki, gönlündeki birikimdir,
zenginliktir, donanımdır. Ülke kaynaklarını çar – çur etmekle, düzgün işleyen
bir alt yapının inşasını birbirine karıştırmayalım. Temel tercih elbette ki
‘kaliteye pirim’ şeklinde belirmeli. Emanet ehline teslim edilmeli.
Medeni olacağız
diye merhameti, şefkati, feragati kısası ahlakı terk ettik. Terk ettik mi? Ne
münasebet! Elhamdülillah müslümanım diyenler durdukça korkmayın, bizim
insanımız bu çapta yoldan çıkmaz.
Hizmet,
hürmet, merhamet ve kardeşlikten oluşan o güzel ahlak, o serdengeçti ruh,
düşeni kaldırma gayreti coşmuştu işte. Ve bu coşkunlukta hiçbir nümayiş, hiçbir
taşkınlık yoktu. Bilakis gözyaşı vardı, iç burkulması ve benliğin titreyişi.
Dua vardı ve sessizlik.
Kutsal
kitabımız buyuruyor: ‘İnsanoğlu hem cahil, hem nankördür’…
Muhakkak k,
af adaletten üstündür. Ama, kimi, hangi suçu affettiğimizi bilmek kaydıyla.
Ancak o zaman vicdanen müsterih olabiliriz.
Bizim bütün
dünyaya teklif edebileceğiz bir mimari geleneğimiz var. Bu gelenek fevkalade
insani boyutlara sahiptir ve adem oğlunun dünyadaki varoluşuna ışık
tutmaktadır. Mimaride mekân anlayışımız sonsuz mekâna eklenen bir yapı arz
eder. Bu anlayış bilhassa Osmanlı camilerinde bariz olarak gözükmektedir.
Namazı bitirip iki yana selam veren Müslüman, hem sağından, hem solundan
baktığında ufku görebilir. Camilerin zemin pencereleri buna fırsat vermektedir.
Böylece cami, tabiata eklenen bir durum alır. Onu kesen, parçalayan kilise
duvarı gibi değildir.
İnsanın
kendine yakışan duygu ve düşünceler ile donanması, hemcinsine layık olan
muameleyi göstermesi, açıkçası insanlık şuuru ile yaşıyor olması kendi hamuruna
yüz çevirmemesi ile mümkündür. Kişi bu vesile sayesinde kendinden aleme
açılabilir, bir zerrede kainatı temaşa edebilir.
Ara sıra,
yeri geldiğinde, icabında bir uzun havanın hüznüne kapılıp giderdiniz. Bir şiir
birkaç mısra ile size kanat takıp uçurabilirdi. Sevda derin ve ulvi bir
yükselişin – bekleyişin – özlemin – elemin – kavuşmanın – ayrılığın – hasretin
– gurbetin içinde olgunlaşıyordu. Duygu iliklerimize kadar işliyordu.
SON BAKIŞ:
Türk edebiyatında son
elli yılın en güzel adamlarından biri, Mustafa Kutlu olsa gerek. Kadim hikâyeciliği
ve modern öykünün getirdikleri etrafında sergilediği üslubu, tekniği,
meseleleriyle Mustafa Kutlu özellikle hikâyemizin bulanımlar içerisinde kıvrandığı
bir dönemde taze bir soluk olmuştur.
Hikâyelerinin yanında
deneme yazmayı da ihmal etmemiştir. Denemeleri biraz da hikâyelerinin fikri
arka planı olarak karşımıza çıkar.
Son yirmi yılda Yeni
Şafak gazetesinde yazmış olduğu deneme yazılarını toplandığı Dem Bu Demdir kitabı okuyucuya Mustafa Kutlu’nun denemelerini bir bütün halinde
okuma imkânı sunuyor.
Kitabı elinize alır
almaz kapak resmi dikkatlerden kaçmıyor. Mustafa Kutlu’nun eserlerini
inceleyenler, denemelerini okuyanlar onun okuyucusunu sunduğu düşünceyi çok iyi
bilirler. Birkaç eserini inceleyen herkes, onun eserleri hakkında bilgiyi
kitabın kapağında görebilir. Dem Bu Demdir kitabının kapağındaki resim adeta
Kutlu’nun özlediği sakin ve doğal yaşamı görebilirler. Bir deniz sahilinde
yemyeşil bir ağacın altında sandalyeye oturmuş ve denizi seyreden son
demlerinde bir adam… Kapak fotoğrafı bir nevi sakin ve huzurlu yaşama dönüşü
simgeler.
Mustafa
Kutlu eserleri incelendiğinde insanoğlunun özüne dönmesi gerektiği açıkça
belirtilir. Köyün, kasabanın kent tarafından yutulması ve toprağın terkedilmesi
onun hikâyelerinde temel konu olarak işlenir. Denemelerinde ise bu temanın yanı
sıra yaşadığımız olayları bizlere farklı bir üslupla anlatıyor. Türkiye ve
dünya gündemini farklı bir tarz ile sunuyor. Yaşadığımız olayları taptaze
yeniden sunuyor. Okur – yazar çevrelerinde denemelerin altına tarih konulmaması
eleştirilse de bana göre tarih konulmaması çok isabetli bir karar olmuş, çünkü
yazarın anlatımı olaya canlılık, yenilik katmış.
Mustafa Kutlu’yu
okumak insana iyi geliyor. Evin başköşesine oturan irfan sahibi, nüktedan,
mütebessim aile büyüğünü dinler gibi hissedersiniz. Ben Mustafa Kutlu’yu daha
çok köy odalarında o uzun, soğuk ve rüzgârın durmadan şarkı söylediği gecelerde
etrafındaki insanlara tatlı demler yaşatan Anadolu ariflerine benzetiyorum.
Siyasi gündemin, günü
birlik meselelerin çok dışında çok daha kadim ve esaslı dertler üzerine kalem
oynattığından Mustafa Kutlu'nun o gün okunup unutulacak cinsten değil.