23 Şubat 2018 Cuma

ABDURRAHİM KARAKOÇ'UN KİŞİSEL ÖZELLİKLERİ…

KİŞİSEL ÖZELLİKLERİ…
"Abdurrahim Karakoç şahsiyet abidesi bir yiğit, bir bilge, bir alperen olarak hayatımıza giren en tatlı, en güzel şairlerimizden birisidir."
 Abdurrahim Karakoç, dâvâ şiirleriyle tanınmış ve sevilmişti. Hâlbuki o aynı zamanda bir gurbet, bir hasret, bir muhabbet ve bir sevda şairiydi.
"Abdurrahim Karakoç, Türkiye'de millî ve İslâmî şiirin seçkin simâlarından biridir.   'Hak Yol İslâm Yazacağız' isimli şiiri birçok insan tarafından ezberlenmiş ve hala dillerde pelesenk olmaya devam ediyor. Köküne, geleneklerine, değerlerine ve milletine bağlı, ufku açık, yerli zeminde sanat yapan çok değerli bir şairdi. Halk edebiyatımızın gerçek temsilcilerindendi. Sadece meşhur olan 'Mihriban' gibi şiirleriyle değil, duygu yüklü ve fikir yoğunluklu şiirleriyle de edebiyat tarihimizin unutulmayanları arasında yer almıştır.
 En çok dikkat çeken özelliği, özü sözü bir oluşudur. Dobra dobra konuşan, mertçe yazan ve fikirlerini açık bir şekilde ilan eden nev'i şahsına münhasır bir münevver, bir kalem ve kelâm ustasıydı.
Bugün şiir yazan genç şairlerin önünde kale gibi duran, usta bir isimdir Abdurrahim Karakoç.
 Erdemlerle yüklü eserleriyle her zaman hatırlanacak bir söz kahramanıdır. Her zaman okunması, şiirlerinden ve fikirlerinden ışık alınması gereken bir edibimiz, bir sanatkârımızdır. Çorak bir vadide has şiirler, öz eserler vermiştir.
Abdurrahim Karakoç toplumun atan nabzı, sızlayan vicdanıdır. Gördüğü çarpıklıkları alenen yazar, gerekli yerleri ve makamları iğneler, hastalıklara deva, sıkıntılara çâre arar.
 "Tohdur Beğ" onun biraz mizahî ama daha ziyade yaşanmış acıları yansıtan ilgi çekici bir şiirdir:
Hemen ardından gelen "Hakim Beğ" de benzer çağrışımları olan, sızılı insanların hislerine tercüman olan bir başka sosyal boyutlu şiirdir:
Şairimiz de arada bir bunaldığında, problemler karşısında usandığında yaradanına sığınır. Sevdikleri için ettiği "Dua" bu iltica şiirlerinden biridir:
Bir başka yakarış şiiri de "Yalvarış"tır. Bu şiirde insanoğlunun serencamı ve ömrünün kısalığını veciz ifadelerle dile getirir. Şiirin ilk kıtası bile sadece bu haliyle insanoğluna önemli ikazlarda bulunuyor:
Ve elbette Abdurrahim Karakoç'un bugün için en çok sevilen şiiri "Mihriban"dır. Bir başka adı ise "Aşk". Musa Eroğlu'nun bestelediği ve sazıyla çalıp söylediği bu şiir âşıkların dillerinden, sevdalıların gönlünden düşmeyen bir türküdür.
Kuvvetli teşbihler, semboller ve hâfızalara kazınan kelimeler...
 Abdurrahim Karakoç, diğer yüzlerce şiirini bir kenara bıraksak bile "Mihriban" şiiriyle halk edebiyatımızın müstesna köşelerinden birini her zaman işgal edecektir. Çünkü milletimiz şairimizin hüznünü benimsemiş, duygularına râm olmuştur. Onun nezih ifadelerle dillendirdiği bu aşk sıradan bir tutku değil, manevi boyutu da olan bir sevdadır.
Abdurrahim Karakoç, sadece şiir yazıp kenara çekilen şairlerimizden değildir. O şiir üzerine, kültür üzerine, medeniyet ve sanat üzerine düşünen, düşündüklerini kaleme alan bir edebiyatçıdır.
Abdurrahim Karakoç’un şiirlerini Dadaloğlu’na Karacaoğlan’a bazıları da Fuzuli’ye benzettiler. Erzurumlu Emrah, Bayburtlu Zihni, Nef’i, Seyrani ve Dertli’den daha iyi olduğunu söyleyenler de oldu. Oysaki Abdurrahim Karakoç sadece kendisi idi. Halk şiiri ile kendine has bir tarz ve köşe oluşturmayı başarmıştı. Hece ölçüsünü ustaca kullandı. En güzel aşk, tabiat ve yergi şiirlerini yazdı. Çok güçlü ironiye sahip ve imajları kendine hastı. şiirleri daha yaşarken dilden dile dolaşıyordu. Tarihin altın sayfasına geçecek ölümsüz eserler verdi.

Zor zamanların adamıydı. Elini taşın altına ürperti duymadan koyardı. Çekinmezdi, çıkar gözetmezdi. Bir derdi, bir ihtiyacı olan herkesin yanındaydı.

Halk şiiri geleneğinden geliyordu. Ama sesini yenileyerek boyutları çok çok genişleterek.

Kavga şiirleri sokakları tutuşturdu, sokaklar durulunca içine yöneldi, duyarlı aşk şiirleri yazmaya başladı., sırtından zırhını çıkardı., elindeki – dilindeki keskin kılıcı tarihin müzesine astı. Bileğine kondurup bileğinden uçurduğu beyaz barış güvercinlerini yüreğine yönlendirdi. Can özünden besmeleyi çekende dedi göklerin kapılarını aralandı. Hak yol islam yazacağız dedi, bütün Müslüman topluluklarının ortak marşı oldu. Sarı saçlarına deli gönlümü bağlamışım, çözülmüyor Mihriban dedi evrensel bir türkü oldu. Sosyal içerikli şiirleri dünyanın birçok yerinde radyolarda yayınlandı.

İlmini, irfanını, aşkını, sevdasını oy benim vatanım, oy Anadolum diye seslendiği bu topraklardan alıyordu.

Biz utangaç bir nesildik, hala da öyleyiz. Bütün aşkları içimizde yaşadık, içimizde bitirdik. Gönül sarayımızda gelip geçenleri mahcup duygularla hep içimizde yaşadık. O kavga neslinin de sevebileceğini, ağlayabileceğini, aşkın o alevden girdabına düşebileceğini ancak Karakoç gibi şairlerdeki aşk edebini gördükten sonra anladık.

Orada Anadolu insanının kelimenin tam manasıyla yüreği vardı. Sevdasıyla, acısıyla, hüznüyle, ince ince eleştirisiyle Anadolu yüreği.

Bir de unutursun diye bir mihribanı var. O daha acı ve sitem yüklü. Sanki unutma diye bir çağrıdır, bir sancıdır.

 Şurası muhakkak nerede bir dava adamından, bir fikir adamından ve bilge insandan bahsediliyorsa biliniz ki böyle şahsiyetlerin mayasında aşk vardır. Yüreği aşkla yoğrulanların hayatları çile ile yoğrulur. Aynı zamanda büyük dava adamları, fikir adamları, büyü şahsiyetler gönlünün Mihriban aşkıyla sulamadan yola revan olmazlar.
Aşkı sanıldığı gibi onun Mihriban’ından değil aşka yönelmiş mihrabından öğrendik daha çok. Herkesin bir Mihribanı olmadı belki ama Mihriban, aşka nişane kaldı hepimizin dilinde. Onun aşk ile hu çeken koca bir derviş gibi yüreğinin peşine takılıp, sürüklendik hudutsuz diyarlara…

Kuşların göz bebeğine Hak yol İslam yazacağız diyecek  kadar yola revan olmuşlardır. Hatta bu yola kendilerini o kadar çok vermiş ki aşk kağıda dökülemez deyip kendinden geçebilmiştir.

Anne – babalar çocuklarını, öğretmenler öğrencilerini, şairlerse bir milleti eğitirler.

Sadece inanmak kafi değildir. İnandığını yaşamak, hayat nizamına geçirmektir asıl olan. Birçokları zamanı kendilerine uyduracakları yerde, kendileri zamana uyarak ayakta kalmaya çalışırlar. Kimi dinlerseniz Vahdet şuurundan söz ediyor. Ama bakıyorsunuz ki her Müslüman bir diğer Müslümanda kabahat aramakla meşgul. Sanki çıplak fotoğraf çekme hastaları. Kimse bir başkasının giyinmiş, temiz fotoğrafını çekmek istemiyor.

Hak yol islam yazacağız dedi: Gönülleri fethetti, unutulmaz bir slogandan öte, hepimize bir ideal, bir hedef oldu mısraları…
Mihriban dedi; aşıkların yüreği lambada yanan alev gibi titredi…
İsyanlı Sükut dedi; herkes kendini buldu bu şiirde, acı acı gülümsedi halimize…
Hakim Beğ dedi; mahkemelerde bir türlü sonuçlanmayan davaları en güzel biçimde anlattı.
Tohdur Beğ dedi; hastane çilemizi resmetti…
Hasan’a Mektup yazdı. Ha Hasana ha sana dedi okuyucusuna memleket ahvalini anlattı.
Gerdanlıklar dizdi, inci gibi… Her biri atasözü olacak evsafta koca koca laflar etti. Kulağımıza küpe oldu sözleri…
Söz konu; sevgilinin sokağından bile geçmeyi saygısızlık sayan nesiller, sevgilinin saç telini mendil arasında kutlu bir emanet gibi taşıyan nesiller, yüzünde göz izi olmayan, gözünde yüz izi olmayan nesiller, Mihriban timsali gençlerin nesliydi.

Kimi şiirler ya da yazılar marka değeri taşır. Necip Fazıl; Kaldırımlar; Arif Nihat; Bayrak, Atilla İlhan; Ben Sana Mecburum, Cahit Sıtkı; Otuz Beş Yaş, Abdurrahim Karakoç için de bundan sonra Mihriban şairi denilecek.


ABDURRAHİM KARAKOÇ’UN HASTALIĞI VE EBEDİ HAYATA İNTİKALİ

ABDURRAHİM KARAKOÇ’UN HASTALIĞI VE EBEDİ HAYATA İNTİKALİ
20. ve 21. yüzyıl Türk edebiyatının önde gelen şairlerinden Abdürrahim Karakoç, akciğer enfeksiyonu tedavisi gördüğü Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde 7 Haziran 2012 Perşembe günü solunum yetmezliği sonucu son nefesini verdi. Cenazesi, 8 Haziran 2012 Cuma günü Ankara Kocatepe Camisi'nde kılınan Cuma ve cenaze namazlarının ardından Bağlum Mezarlığı'nda Şeyh Abdülhakim Arvâsi (1865-1943) Türbesi'nin yanında toprağa verildi. Cenaze namazını, Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez kıldırdı.
Göçünü Mihriban yetim kaldı başlığıyla duyurdu gazeteler. Şairin ardından daha büyük harflerle yazıldı Mihriban. Aşk kağıda yazılmıyordu hani! Abdurrahim Karakoç’ta diğer şairler gibi bütün yazdıkları bir yana sevgiliye dair mısralarıyla hatırlanacak.

Abdurrahim Karakoç, vefatıyla hepimizi derin hüzünlere sürükledi. Ama elden bir şey gelmiyor. Çünkü fani olan her insanın tadacağı bir hadisedir ölüm. Ne var ki, milletinin gönül tahtına kurulan büyük sanatkârlar, âlimler, şairler ölmüyor. Mehmed Âkif'in, Yahya Kemal'in, Necip Fazıl'ın, Sâmiha Ayverdi'nin ve Nurettin Topçu'nun ölmeyişi gibi...

ABBDURRAHİM KARAKOÇ İLE İLGİLİ YAPILAN ÇALIŞMALAR

ABBDURRAHİM KARAKOÇ İLE İLGİLİ YAPILAN ÇALIŞMALAR
1.        Fedai Dergisi 1964
2.        Pınar Dergisi 1979
3.        Doğuş Edebiyat 1983
4.        Türk Edebiyatı 1983
5.        Genç Kalender Dergisi 1998
6.        Kurt, İhsan; Abdurrahim Karakoç
7.        Eraslan, Hayrullah; Üçgen Piramidinin Zirvesindeki Şair, Abdurrahim Karakoç
8.        Yalsızuçanlar, Sadık; Aşk Kâğıda Yazılmıyor
9.        Şahsuvaroğlu, Lütfü; Abdurrahim Karakoç, Şairin Haberci Olarak Portresi
10.      Bahçelievler Belediyesi; Beste beste, türkü türkü
11.      Boz, Duran; Kaleminde Sevda Yükü Biriktirin Şair Abdurrahim Karakoç
12.      Milli Gazete; Abdurrahim Karakoç Özel Sayısı
13.      Dost Dergisi (1983) Kayseri; Abdurrahim Karakoç Özel Sayısı
14.      Genç Kardelen Dergisi (1998), 9. Sayısı
15.      Türkmence Dergisi (Hatay), (1998), 9. Sayısı; Yaşayan Yunus Abdurrahim Karakoç
16.      Niğde’de Yayınlanan Bir Dergi, (Özel Sayı); Mevsimleri Aşan Düzen Dışı Bir Şair
17.      Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği Çorum Şubesi yayın organı Edebiyat Bülteni Nisan 2014 Abdurrahim Karakoç Özel Sayısı
18.      Alkış Dergisi (2012), Kahramanmaraş, Abdurrahim Karakoç Özel Sayısı
19.      Kardeş Kalemler Dergisi (2012), Kahramanmaraş, Abdurrahim Karakoç Özel Sayısı
20.      Alper, Zeynep, Bir Vatandaş Hasan “Abdurrahim Karakoç Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri”
ABDURRAHİM KARAKOÇ İLE YAPILAN AKADEMİK ÇALIŞMALAR
1.        Vur Emrinde Unsurlar (Seminer Çalışması), D.Ü., Kütahya 1997.
2.        Avcı, Ramazan; Halk Şairi Abdurrahim Karakoç Hayatı, Sanatı ve Şiirleri, (Lisans Tezi), A.Ü. Fen Edebiyat Fakültesi, TDE Bölümü, Erzurum 1986.
3.        Değirmencioğlu, Derya, Abdurrahim Karakoç’un Hayatı ve Türk Edebiyatındaki Yeri, (Lisans Tezi), A.Ü., Ankara 2007.
4.        Kafkas Ü. Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı, SBE., YLT., Kars 2010.
5.        Öztürk, Tuncay; Abdurrahim Karakoç’un Şiirlerinde Mahalli Deyişler, (Lisans Tezi),  T.Ü., Edirne 1995.
6.        Yaşa, Felat, Abdurrahim Karakoç’un Hayatı ve Şiirleri, (Lisans Tezi), İ.Ü., Malatya 1998
7.        Filiz, Mehtap; Abdurrahim Karakoç'un şiirlerinin tematik açıdan incelenmesi
8.        Saldere, Gülsüm; Abdurrahim Karakoç'un lirik şiirlerinde kelime dünyası

ABDURRAHİM KARAKOÇ’UN BESTELENEN ŞİİRLERİ

ABDURRAHİM KARAKOÇ’UN BESTELENEN ŞİİRLERİ
1.        Mihriban
2.        Ben Hep Seni Düşünürüm
3.        Unutursun Mihribanım
4.        Suları Islatamadım
5.        Sevgi Yetmiyor
6.        Omuzumda Sevda Yükü
7.        Aynaların Ötesi
8.        Gel Gayrı
9.        Can Özümde Besmeleyi Çekince
10.        Aşk Hikâyesi
11.      Ecele Doğru
12.      Yemin
13.      İncinmesin
14.      Garibin Garip
15.      Hakim Bey

16.      Dağ ile Sohbet

ABBDURRAHİM KARAKOÇ’UN ESERLERİ

ABBDURRAHİM KARAKOÇ’UN ESERLERİ
1.     Hasan'a Mektuplar (1965)
2.     El Kulakta (1969)
3.     Vur Emri (1973)
4.     Kan Yazısı (1978)
5.     Suları Islatamadım (1983)
6.     Beşinci Mevsim (1985)
7.     Dosta Doğru(1994)
8.     Akıl Karaya Vurdu (1994)
9.     Yasaklı Rüyalar (2000)
10. Gökçekimi (2000)
11.Gerdanlık-I (2000)
12.Gerdanlık-II (2002)
13.Gerdanlık-III (2005)
14. Parmak İzi (2002)
15. Düşünce Yazıları
16. Bütün Şiirleri
17. Çobandan Mektuplar

18. Beş Mevsim, 

ABDURRAHİM KARAKOÇ’A GÖRE ŞİİR NEDİR, ŞAİR KİMDİR?

ABDURRAHİM KARAKOÇ’A GÖRE ŞİİR NEDİR, ŞAİR KİMDİR?
Abdurrahim Karakoç, Gerdanlık (5) şiir kitabında şairi tarif eder, şiirin ne olduğunu anlatır. İşte Karakoç'a göre şair ve şiir:
1.        "Şair: Yaşadığı çağı yorumlayan, gelecek çağlara mesaj gönderen söz sanatçısıdır.
2.        Şiir: Madde ve mânâ iklimine açılan gönül kapısıdır.
3.        Şiir, eğer, yasakçı ozon tabakasını delip metafizik aleme götürüyorsa okuyucusunu; dar kalıpların sıkıcı atmosferinden kurtarıyorsa makbuldür.
4.        Güzelliklere ait olan sevdayı vecd haline getiren şiir, bütün çağlar için önemlidir ve kalıcıdır...
5.        Şiirde dil, estetik, fikri muhteva önemlidir, şarttır. Bunlarsız yazılan şiir kısa zamanda kendi kendini tasfiye eder... Şu kalıp, bu stil, pek önem arzetmez... Bal şerbetini, bengisu'yu, iksiri altın kupada, kristal bardakta veya toprak kâsede, hangisinde verirseniz veriniz, muhtevası değişmez.

6.        Şiir sevilir... Şiiri olgunluğa erişmiş şairi sevdirir... Maalesef şiirden nefret ettiren, bıktıran şairler de olmuştur... Bundan sonra da olacaktır..."

25 Ocak 2018 Perşembe

ÖĞRETMEN MEHMET AKİF İNAN

 ÖĞRETMEN MEHMET AKİF İNAN

Hıdır YILDIRIM

Avusturyalı romancı, oyun yazarı, gazeteci ve biyograf Stefan Zweig’ın, tarihte büyük dönüşümlere sebep olmuş on iki tarihi olaydaki belirleyici anlar üzerine yazdığı “İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar” adlı güzel bir eseri vardır. Zweig, bu eseriyle ilgili olarak, “Çağları aşan bir kararın bir tek takvime, bir tek saate, çoğu kez de yalnızca bir tek dakikaya sıkıştırıldığı trajik ve yazgıyı belirleyici anlara, bireylerin yaşamında ve tarihin akışı içinde çok ender rastlanır. Ben böyle anları İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar diye adlandırdım; çünkü onlar, tıpkı yıldızlar gibi, hiç değişmeden geçmişin karanlığına ışık tutmaktadırlar”[1] diyor.

Bir büyük gelişmeyi tetikleyen, önemsiz ve basit addedilebilecek küçük, çoğu zaman sıradan bir olay, bugün karşımıza insanlık tarihini etkileyen büyük bir olayı, bazen çağ açıp çağ kapatan başlı başına büyük bir hadiseyi çıkarmış oluyor. Çoğu zaman bizler, büyük hadiseyi yorumlarken onu doğuran basit ve sıradan vakanın, bu vakanın tarih sahnesinde canlandırılması görevini üstlenen çoğu zaman isimsiz kahramanın farkına bile varmamış olabiliyoruz.

“İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar” olduğu gibi şüphesiz hayatta ‘insan’ın, ferdin, bir tek insanın yıldızının parladığı anlar da var. Bu anlar, insanın yaşamının akış yönünü, akış hızını değiştiren anlar. İnsanın bazen yıldızını parlatan bazen de yıldızını söndüren anlar. Olumlu ya da olumsuz yönde zirveye ulaşmış insanların dramatik kavşaklarla karşılaştığına ve bu kavşaklardaki anlık yönelişlerin büyük sonuçlarının ortaya çıktığına şahit oluyoruz. İnsanın yıldızının parladığı anlarda büyük çoğunlukla yanında mesleğini mesele edinmiş bir öğretmenin olduğunu görüyoruz. Küçük bir dokunuşla resmin bütününü değiştiren bir ressamın sihirli dokunuşuyla öğrencisine dokunan bir öğretmen. Bazen bir dokunuş, bazen bir tebessüm, bazen bir küçük hediye, bazen derdine ortak oluş, bazen bir sırrı paylaşma, bazen bir özdeşleşme akışı birdenbire değiştiriyor ve ardından bir insanın yıldızı parlamaya başlıyor.

İnsana dokunma ehliyeti taşıyan ve buna ilişkin imkân sunulan öğretmen, bir dokunuşuyla tarihi değiştirecek önemde bir gücü elinde bulundurduğunun bilincini taşıdığında değişir tarih. Öğretmenin, hatası telafi edilebilir bir mesleğin mensubu olmadığının bilincini kuşanmış olması gerekir. Bu çerçeveden değerlendirildiğinde öğretmenlik bir idealistlik mesleğidir.

Edebiyat tarihçiliğinde bir ekol olmuş ve yetiştirdiği öğrencileriyle ideal öğretmeni öğretmenlik hayatında örneklemiş büyük bir öğretmen olan Prof. Dr. Mehmet Kaplan, “İdeal öğretmen, gerçekte var olmayan, fakat her öğretmenin içinde ulaşılacak bir model olarak yaşayan ve onu kendisine çeken, benzetmeye çalışan bir öğretmendir. Böyle ideal bir model güzel ve iyi bir şeydir. Zira o, gerçekte var olan öğretmeni her sabah erkenden uyandırır; ona okulunu, öğrencilerini, derslerini düşündürür, yapması gereken şeyleri dikte eder. Mevcudiyetinin farkında olmasa bile, her öğretmenin içinde böyle bir ideal öğretmen vardır. O, çok ciddidir, gevşekliği asla hoş görmez. Onun gerçek öğretmenden istediği birinci şey , ‘vazife duygusu’dur. Bu duyguya sahip olmayan bir kimsenin iyi bir öğretmen olmasına imkân yoktur”[2] diye tarif etmektedir ideal öğretmeni. Öğretmenlik, bir ciddiyet mesleğidir aynı zamanda.

“Hocalık Sanattır” adlı bir kitabı bulunan ve yalnızca örgün eğitimde rahle-i tedrisinden geçen öğrencilerini değil, sohbetleriyle toplumu yetiştirme yükümlülüğünü taşıyan Prof. Dr. Osman Öztürk, hacmi küçük muhtevası derin mezkûr kitabında öğretmenlik sanatına ilişkin şu değerlendirmelerde bulunmaktadır: “Öğretmenlik; tatmini maddede arayanların veya maddi bakımdan tatmin olmak isteyenlerin mesleği olarak düşünülemez. Öğretmenlik, ‘yüksek ideal’ sahiplerinin tatmin olacağı bir meslek olarak düşünülmelidir. Hocalık, bitmek tükenmek bilmeyen bir enerji ile dersten çıktıktan sonra yorgunluk değil; haz ve heyecan duyabilenlerin mesleğidir. Öğretmen dersin nasıl geçtiğini, günün nasıl bittiğini, hafta sonunun geldiğini fark edemeyecek kadar, öğretme ve bir şeyler verme sevdalısı ve tiryakisidir. Geleceğin mühim insanlarının hocası olmuş olacağını, onların yapacakları hayırlı iş ve hizmetlerden dolayı dünyada büyük gurur ve haz duyacağı gibi, ahirette de hesapsız ecre nail olacağını düşünerek heyecanlanır. (…) Öğretmenlik; ideal ve heyecanla tatlanan ve bu sayede katlanılan bir meslektir. Eğitim-öğretimin mihveri ve temel taşı öğretmendir -belki de daha doğrusu ‘öğreten’. Çok lüks binalarda, çok iyi imkânlar içerisinde; vasıflı öğretmen olmadıkça yapılabilecek fazla bir şey yoktur. Siyasetçisi, idarecisi ve velisi ile bu gerçek kavranamadıkça, havanda su döğmeye devam eder dururuz. (…)[3]

Öztürk, öğretmeni eğitim-öğretimin öznesi olarak değerlendirmektedir. Öğretmenin aktif olmadığı, öncü ve sürükleyici işlevini üstlenemediği bir eğitim-öğretim ameliyesinden çok şey beklenmemelidir. Öztürk, öğretmenin niteliklerini başlıklar halinde verir ve her bir başlığı açıklar: “Öğretmen kimdir? İdealisttir. Hocadır, muallimdir ve öğreticidir. Velidir. Arkadaş, sırdaş ve dosttur. Rehberdir, örnektir. Çok okuyan ve çok okutandır. Takdir ve teşekkürü boldur. Yol gösterici ve yönlendiricidir.”[4]

Nurettin Topçu’nun öğretmenlikle ilgili derinlikli bir tanım içeren, öğrencilerine yönelik şu sözleri öğretmenliğe adanmış bir hayatın yargılarını ortaya koyması bakımından son derece değerlidir: “Bizim işimiz, sizin yalnız zekâlarınızı işlemeden ibaret değildir. Biz, sizin birtakım dersleri öğrenen zekâ makineleri olduğunuzu hiç düşünmedik. Şahsiyet ve halleriniz bizim hünerimizin gerçek eseridir. Bize, ‘siz ne iş yapar, ne vazife görürsünüz’ diye soranlar olursa onlara sonsuz bir sevinçle içimiz taşarak ‘bizim vazifemiz karakter yapmaktır, şahsiyet yapmaktır’ diye cevap vermede saadet buluruz.”[5]

Öğretmen nitelikli toplumun inşacısıdır. Birey olarak sorumluluklarının önemini idrak eden, bilgiyi davranışa dönüştüren ve bireysel ahlakın toplumsal ahlakı oluşturduğu bir intizamlı çevrenin mebdei öğretmendir.

Sokrates, “İnsan, insan gölgesinde yetişir” diyor. Öğretmenlik yalnızca bir meslek değil, kişinin kendi kreatif yeteneklerini de katarak geliştirebileceği bir sanattır aynı zamanda. Öğretmenlik sanatı, incelikleri meşk ile edinilen ve yılların birbirine ulandığı bir süreçte meşk ile olgunlaşılan bir sanattır. Bu çerçevede usta-çırak ilişkisine yönelik bir gereksinim ortaya koyan ama aynı zamanda durağanlığı da reddeden bir sanattır.

Sınıfın dışındaki öğretmen Mehmet Akif İnan

1940’ta Urfa’da doğan, ilk gençlik çağlarından itibaren kendisini mücadelenin içerisinde bulan Mehmet Akif İnan, çok yönlü bir şahsiyettir. Akif İnan, 60 yıllık ömrü boyunca meşgul olduğu uğraşı alanları itibarıyla tavsif edilecek olursa, şair, yazar, öğretmen, sendikacı, mütefekkir, yayıncı, hatip, aydın, sanatçı kelimeleriyle ifade edilebilecek çalışmalar içerisinde olmuştur. Mehmet Akif İnan, bütün bu unvanların ve uğraşıların içini fazlasıyla doldurmuş, hakkını vermiş ve her birinin icrasında ayrı ayrı büyük başarılar sergilemiştir. 

Mehmet Akif İnan, 1960-1961 öğretim yılında Maraş Lisesi’nden mezun olmuş ve 1961 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde yükseköğrenime başlamıştır. Çeşitli nedenlerle ara verdiği yükseköğrenimini Nuri Pakdil’in ısrarı ve teşvikleriyle 1972 yılında tamamlamış, aynı yıl Uşak İmam-Hatip Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak atanarak vefatına kadar sürdüreceği öğretmenlik mesleğine adım atmıştır.

1972-2000 yılları arasında Uşak İmam-Hatip Lisesi, Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü, Ankara Demetevler Lisesi, Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü, Ankara Lisesi ve Ankara Fen Lisesi’nde görev yapan Mehmet Akif İnan, alanının teorisini anlatan bir edebiyat öğretmeni değildir. Türkiye’de maalesef, edebiyat akademisyenlerinin ve edebiyat öğretmenlerinin büyük çoğunluğu yalnızca edebiyat ürünlerini tahlil ve tasnif eden bir meşguliyet içerisinde bulunmakta, özgün edebi eser üretmemektedir. Mehmet Akif İnan, kendi edebi anlayışı çerçevesinde şiir ve nesir olmak üzere eser vermiş üretken, aynı zamanda medeniyet değerleri bağlamında mesleğinin öneminin farkında olarak mesleğinin çilesini çekmiş bir edebiyat öğretmenidir.

1969 yılında kurucuları arasında yer aldığı Nuri Pakdil öncülüğünde çıkarılan Edebiyat dergisinde yazıları ve şiirleri yayımlanan Mehmet Akif İnan, öğretmenliğe başladığında belli bir çevrenin tanıdığı bir şair ve yazardır. 1960’lı yılların başlarından itibaren şiirleri ve yazıları yayımlanan Mehmet Akif İnan, edebiyatın yalnızca teorisini aktarmakla yetinmemiş, edebiyat teorisine ilişkin düşüncelerini ortaya koyan ve çeşitli edebi yaklaşımlara eleştiriler getiren yazılar da yayımlamıştır. İnan’ın 1972 yılında Edebiyat Dergisi Yayınları arasında yayımlanan ilk kitabı “Edebiyat ve Medeniyet Üzerine”, bu çerçevedeki yazılardan müteşekkil bir kitaptır. İkinci kitabı bir şiir kitabı olan Hicret’tir. Önemli ölçüde Edebiyat dergisinde yayımlanan şiirlerin yer aldığı Hicret 1975’te yine Edebiyat Dergisi Yayınları arasında yayımlanmıştır.

Mehmet Akif İnan, 1976 yılında Mavera dergisinin kurucuları arasında yer almıştır. 1976 yılından itibaren Mavera dergisinde yazı ve şiirler yayımlamış, ikinci nesir kitabı olan Din ve Uygarlık Mavera dergisinin yayınevi olan Akabe yayınları arasında çıkmıştır. Mehmet Akif İnan, 1977’den itibaren Yeni Devir gazetesinde, 1985’ten itibaren Milli Gazete’de köşe yazarlığı yapmıştır. Mehmet Akif İnan’ın ikinci şiir kitabı Tenha Sözler 1991 yılında Yedi İklim yayınları arasında yayımlanmıştır. Mehmet Akif İnan, 1977 yılında Oktay Çağlar’la birlikte Yeni Türk Edebiyatı adıyla bir ders kitabı da hazırlamıştır. Sınıfın dışındaki öğretmen Mehmet Akif İnan, kendi alanıyla ilgili teorik bilgiyi yalnızca öğrencisine aktaran bir öğretmen değil, alanının teorik bilgisini pratiğe de dökmüş bir öğretmendir. Mehmet Akif İnan, eseri olan, tesiri olan bir öğretmendir.

Aksiyoner öğretmen Mehmet Akif İnan

Mehmet Akif İnan, Yedi Güzel Adam’dan dışa dönük olanıdır. Yedi Güzel Adam içerisinde aksiyona ilişkin teorisini, düşüncelerini, hareket planında en fazla pratiğe dökmüş olanı Mehmet Akif İnan’dır. Mehmet Akif İnan, bir duygu ve düşünce adamı olarak şiir ve yazılarıyla ortaya koyduğu duruşu, bir hatip olarak kitleleri etkilemek ve yönlendirmek, bir sendika lideri olarak kurumsal bir bünye halinde inşa, sevk ve idare etmek suretiyle başka bir boyuta taşımıştır. Bu yönüyle Yedi Güzel Adam’ın diğer altısından farklıdır. Mehmet Akif İnan’ın Kurucu Genel Başkanlığını üstlendiği Eğitim-Bir-Sen ve Memur-Sen; onun bir düşünce adamı olmanın ötesinde bizzat sahaya inerek düşüncesini örgüt çatısı altında somut varlığa dönüştürdüğünü ve eyleme döktüğünü göstermektedir.

Mehmet Akif İnan’ın sendikacılığı, öğretmenlik mesleğinin sorunlarına vakıf, bu sorunların çözümüne ilişkin duyarlılık taşıyan ve çözüme yönelik teklifler ortaya koyan farklı bir öğretmen profili taşıdığını göstermektedir. Bu açıdan bakıldığında Eğitim-Bir-Sen, bürokratik bir organizasyon olarak değil bir öğretmenler odası hareketi olarak doğmuştur. Eğitim-Bir-Sen’in kuruluşu sırasında sendikanın genel kurullarında ve çeşitli tanıtma toplantılarında konuşan Mehmet Akif İnan’ın içerikli konuşmaları, onun eğitimin ve eğitimcilerin sorunlarının çözümüne ilişkin kendi gözlem ve yaşanmışlıklarına dayanan bilgilere sahip bir öğretmen-sendikacı olduğunu göstermektedir.

1992-2000 yılları arasında Ankara Fen Lisesi Edebiyat Öğretmeni olarak fiilen derslere girmeyi sürdüren Mehmet Akif İnan, Eğitim-Bir-Sen Genel Başkanlığı gibi ağır bir görevi, bir aydın sorumluluğu olarak görmüş, türlü fedakârlıklarla eğitime ve eğitimcilere yönelik yerine getirilmesi zaruri bu görevi bihakkın yerine getirmiştir. Mehmet Akif İnan’ın bu yıllarında edebi üretim hususunda son derece kısır bir dönem geçirdiğini belirtmek gerekir.

Mehmet Akif İnan, şair, yazar ve öğretmen olmanın yanında bir iman ve aksiyon adamıydı. Mehmet Akif İnan, okuyan, yazan, düşünen, konuşan, eser veren, örgütleyen, eyleme geçen bir öğretmen olarak aradığımız ideal öğretmen profilini ortaya koymuştur.

Sınıfın içindeki öğretmen Mehmet Akif İnan

Mehmet Akif İnan, yazımızın girişinde ortaya konulan, Nurettin Topçu, Mehmet Kaplan, Osman Öztürk gibi büyük öğretmenlerin tarif ettiği öğretmen profiline uygun bir öğretmenlik serencamı sergilemiştir. Mehmet Akif İnan’ın öğretmenliğinin en başında sevgi ve şefkat gelmektedir. O öğrencilerini seven bir öğretmendir. Öğrenme eyleminin en güzel sevgi ortamında gerçekleştirilebileceğinin bilincindedir. Yakın arkadaşı Alaeddin Özdenören, Mehmet Akif İnan’ın öğretmenlik anlayışını ortaya koyan şu anekdotu nakletmektedir: “Yıl 1966. Maraş Lisesinde felsefe öğretmeniyim. Akif’ten mek­tup. Gerçek soyluluğun pazarlığa yanaşmayacağını bir kez daha öğreniyorum. Diyor ki: ‘Çocukları sınıfta bırakma. Başımızdan geçenleri bilmiyor musun? Çocukları incitmemek için elinden geleni yap. Onları okumaya alıştır.’ İçimde bir bolluk oluşuyor. Hem de ne bolluk. Çocukları okumaya sürüklüyorum. Okulun kütüphanesine çekidüzen veriyorum. Çocuklar kütüphaneye alı­şıyor. Beni seviyorlar. Çocuksu gözlerinin acı bakışlarını üzerim­de hissediyorum. Osman Sarı, İsmail Kıllıoğlu, Efendi Barutçu, Ali Doğan, Serpil Öksüz, Cafer ve diğerleri. (…)”[6]
Mehmet Akif İnan’ın birlikte Milli Eğitim Bakanlığı Mektupla Öğretim Merkezi için Yeni Türk Edebiyatı ders kitabı hazırladıkları Oktay Çağlar, öğretmen Mehmet Akif İnan’a ilişkin değerlendirmelerinde, “Bence bir öğretmenin en iyi değerlendiricisi ve müfettişi öğrencileridir. Gazi Eğitim Enstitüsü’nde birlikte çalışırken; onun öğrencilerinin kendisine gösterdikleri saygı ve sevgiyi çok yakından izledim. Akif’in öğretmenliği sınıflarla sınırlı kalmaz; koridorlarda, öğretmenler odasında, hatta çok zaman evinde devam ederdi. Öğrencileri çiçeğin bal özüne hücum eden arılar gibiydiler. O sert görünüşlü, ağırbaşlı insan, öğrencileriyle birlikteyken, âdeta bambaşka bir kişiliğe bürünürdü. Severdi öğrencilerini; onlar da onu severlerdi. Mesleğini ibadet eder gibi, kutsal bir görev gibi icra eden insanlardandı”[7] demektedir.

Oktay Çağlar’ın değerlendirmesindeki son cümle, büyük bir öğretmen olan Nurettin Topçu’nun “40 yıl öğretmenlik yaptım; mabede nasıl girdiysem sınıfa da öyle girdim” sözlerini hatırlatmaktadır. Mehmet Akif İnan için öğretmenlik medâr-ı mâişet değil, peygamber mesleğini icra etmenin kudsiyetini taşıyan ulvi bir vazifedir.

Mehmet Akif İnan iz bırakan bir öğretmendir. Öğretmenliği yalnızca sınıfta icra edilen bir meslek olarak görmez, okulun dışında da öğrencileriyle birlikte olacağı ortamlar oluşturarak sınıfta bıraktığı izleri daha da derinleştirir. Mehmet Akif İnan’ın öğretmenliğinin ilk yıllarında Uşak İmam Hatip Lisesi’nde öğrencisi olan ve daha sonra sendikacılıkta ve siyasette önemli başarılara imza atan Hüseyin Tanrıverdi, bütün nahifliğiyle bir taşra kentinde, ideal öğretmen tipindeki bir öğretmenin ne demek olduğunu şöyle ifade etmektedir: “Mehmet Akif İnan hocam ile ilk tanışmam lise yıllarımda olmuştu. Uşak İmam Hatip Lisesinde yatılı olarak okumaya başladığımda benim edebiyat öğretmenimdi. Bir çocuğun kişiliğinin şekillenmesinde ailesinden sonra ilk rol alacağı kişi şüphesiz onun eğitimini üstlenen öğretmenidir. O yıllarda bir Anadolu kasabasından çıkıp tek başına, hiç bilmediği, kimseyi tanımadığı bir okula giden bir çocuğun da tutunabileceği, kendini güvende duyabileceği tek sığınak, sıcak, güler yüzlü ve ilgili bir öğretmendir. İşte benim için Akif İnan o kişiydi. Okul yıllarımızda dış dünyayı tanıma heyecanıyla haylazlıkla ve vurdumduymaz bir tavırla günlerimiz geçerken o bizi ders kitapları dışındaki bir dünyayla tanıştırdı. Yatılı günlerimizin dışında hafta sonları evine davet ederek pazar kahvaltılarında sohbetler ettik. O sohbetler bizim için sanki bayramdı. Çünkü pansiyonda sabahları kurtlu tarhana içerken, hocamızın evinde börekler, çörekler ile kahvaltı yapıyorduk. Bu bizim için bulunmaz bir nimetti. Bu kahvaltılarda hocamız ödev olarak değil, okumamız için elimize kitaplar tutuştururdu, sonraki hafta da o kitaplardan sorular sorardı, ki okuyup okumadığımızı kontrol ederdi.”[8]

Mehmet Akif İnan’ın Uşak İmam-Hatip Lisesi’nden öğrencisi olan ve ömür boyu Mehmet Akif İnan’ın o ilk dokunuşunun etkisini üzerinde hissetmeyi sürdüren Yazar Arif Altunbaş, Mehmet Akif İnan’ın yön veren, akışı değiştiren öğretmenliğine işaret etmektedir: “Uşak İmam Hatip Lisesi hayatımın en renkli, en hareketli, en verimli yıllarının geçtiği ömrümün ilkbaharıdır. Birçok kıymetli bilgiyi birçok değerli hocalarımızdan öğrendik. Ama bunlardan birisi vardı ki o sırtındaki batının paslı bıçağıyla derse giren Büyükdoğu'nun cephesinin yiğit savaşçısı Mehmet Akif İnan'dı. Hayatımın akışı onun sırtındaki paslı bıçağın açtığı yaradan sızan kanı görünce değişti. Hayatımız milletin sırtındaki o kanı durdurmak için mücadele etmekle geçti. Biz sevdayı, davayı, kavgayı ve Allah yolunda dimdik durmayı, ölünceye kadar bu yolda mücadele etmeyi ondan öğrendik. Nice hocalar gördük. Şüphesiz hepsinin üzerimizde hakkı vardır. Ama M. Akif İnan Hocamızın gönlümüzde ana kucağı gibi sıcacık, apayrı bir yeri vardı. O bizim hocamızdı, birçoklarının da Akif ağabeysiydi. Onun Anadolu kıtası kadar büyük yüreğinde hepimize yetecek kadar ayrı köşk yer vardı.”[9]

Eğitim-Bir-Sen’in kuruluşunda Mehmet Akif İnan’ın en yakınında bulunan, Eğitim-Bir-Sen’in kurucuları arasında yer alan ve ilk genel sekreteri olan Gazi Eğitim Enstitüsü’nden öğrencisi Metin Selçuk, Mehmet Akif İnan’ın öğretmen davranışlarıyla ilgili kırk yıl öncesinden manzaralar aktarmaktadır: “Hocam öğretme gayreti olmaksızın öğrenmeyi gerçekleştiren bir insandı. Dinleyen herkes duyduğu her cümlenin, her kavramın yeni olduğunu düşünürdü. Çünkü kavramların içini kendi tarzınca doldurur ve onları yeniden giydirirdi. Hafızamıza değil idrakimize seslenirdi. O konuşurken sanki bir ırmak çağıldardı. Herhangi bir konudan bahsederken acaba şiir mi okuyor diye defalarca irkildiğimi hatırlarım. Geçmişten geleceğe taşıyan ve geleceği o an bize zapturapt altına aldıran bir üslubu vardı. (…) Hocam bilgiyi bir hediye gibi sunardı. Vefat edene kadar öğrencisi olduğum için mutlu, huzurlu ve kıvançlıyım. Eğitim Enstitüsü’ne ilk başladığımda bir gece yarısı eve giderken ‘Madem öğretmen olmaya karar verdin, Hz. Ali (R.A.)’nın şu sözünü hiç unutmayacaksın ve çocuklar, kendi çocukların da söz konusu olduğunda onları bulundukları (“yaşayacakları”) zamana göre yetiştireceksin’ demişti. Geçen yıllarla birlikte gördüm ve şahit oldum ki, Hocamın öğretmenliğinin ve sendikal anlayışının temelinde bu kutlu öğretinin izleri çok belirgindi. Zamanın ruhu onun karanlıkları aydınlatmak için sunduğu bir mumdu adeta. Bir şey öğretirken huşu hissi uyandırırdı. Öğrencilerinin anı yaşaması için zamanı parmaklarında şekillendiriyordu adeta. Hocamın öğretmenliğinde merkezden çevreye doğru hareket anlayışı vardı. Onun merkezi insandı. İnsanda olanı açığa çıkararak hitap ederdi öğrencisine. Ve onu dinleyen herkes kendisini Akif İnan çapında bir insan zannederdi. Karşısındaki büyük küçük herkese böyle yaklaşır, böyle davranırdı. Ondan hiç kimse korkmazdı ama herkes de çekinirdi. Sınıfa girdiğinde konuşmasını bekleten bir heyecan yaşatırdı öğrenciye. Bunu yıllar sonra bir lise öğrencisinden de duyduğumda Hoca hiç değişmemiş ve kendi iç heyecanını hala koruyor diye sevinmiştim. O, alanının hâkimiydi, bunu sözle asla ifade etmedi; ama bu alanda, bu öğretmenlik yaşamında ‘ben varım ve en iyilerden biri benim’ düşüncesini hissettirirdi insana. Bununla birlikte mütevazılığın da kalesi gibiydi. Bunu o günlerde bir çocuk olan kızım bugün yaşıyormuş gibi hâlâ anlatır. Çünkü onunla bir çocuk gibi oynar ve konuşurdu. Başarılı ve sınıfta güçlü olmanın en kritik yanının alan hâkimiyeti olduğunu belirtirdi. Bunun yanı sıra iyi yapılan işin mutlaka görüleceğini, bu ülkeye ve bu millete döneceğini ifade ederdi. Öğretmen, çağının kültür, medeniyet ve sanatından nasibini alarak kendini yetiştirmiş olmalıdır anlayışına sahipti.”[10]

Sınıfın içindeki Öğretmen Mehmet Akif İnan, müşfik, karizmatik, etkileyen, sürükleyen, ufuk açan bir öğretmendir. Öğrencileri arasında bürokraside, siyasette, sivil toplum alanında etkili görevler üstlenmiş, topluma yön vermiş çok sayıda kişi bulunmaktadır. Kısacası, Mehmet Akif İnan, iz bırakan, sıra dışı bir öğretmendir.

Akif İnan, yazımızın giriş bölümünde ortaya koyulan ‘ideal öğretmen’ tarifini örnekleyen bir öğretmenlik hayatı sergilemiştir. Alanına hâkim, öğretmekten keyif alan, mesleğini severek fedakârlıkla icra eden bir öğretmen olarak ölümüne değin, 28 yıl boyunca yalnızca öğretmenlik yapmış, idari ya da bürokratik görevlere talip olmamıştır.

Mehmet Akif İnan’ın kültür ve sanat camiasında ağabey olarak bilinmesini sağlayan duruşu sınıfta babacan öğretmen olarak tanınmasına yol açmış, sevilen, güvenilen bir hoca olarak gönüllerde yer tutmasını sağlamıştır.

Mehmet Akif İnan bir okur ve bir yazardır. Öğrencilerinin kitapla ünsiyet kurması için büyük gayret göstermiş, beslendiği ana damardan öğrencilerinin de beslenmesini arzulamıştır. Akif İnan, maddiyata önem veren biri değildir. Bu çerçevede öğretmenliği bir manevi tatmin vasıtası olarak görmüştür. Tanınırlığı, birikimi, çevresi onu daha iyi maddi olanaklara sahip başka mecralara taşıyabilecekken O öğretmenliği ısrarla sürdürmeyi seçmiş, son sekiz yılında da enerjisini öğretmenliğin yanı sıra öğretmenlerin mesleklerini daha iyi şartlarda sürdürmeleri için sendikal mücadeleye hasretmiştir.

[1] Stefan Zweig, İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar - On İki Tarihsel Minyatür, Can Yayınları, İstanbul 2008, s. 10 

[2] Şevket Toker, Mehmet Kaplan ve Öğretmen [20 Yılın Ardından Mehmet Kaplan kitabı içinde], Dergâh Yayınları, İstanbul 2007, s. 103-104

[3] Prof. Dr. Osman Öztürk, Hocalık Sanattır, Rağbet Yayınları, İstanbul 2003, s. 16-18.

[4] Prof. Dr. Osman Öztürk, Hocalık Sanattır, Rağbet Yayınları, İstanbul 2003, s. 26 vd.

[5] Nurettin Topçu, Türkiye’nin Maarif Davası, Dergah Yayınları, İstanbul 1997, s. 187

[6] Alaeddin Özdenören, Unutulmuşluklar, İz Yayıncılık, İstanbul 1999, s. 125-126

[7] Oktay Çağlar, Öğretmen Mehmet Akif İnan [Mehmet Akif İnan Kitabı içinde], Türkiye Yazarlar Birliği Yayınları, İstanbul 2000, s. 132

[8] Hüseyin Tanrıverdi, Mehmet Akif İnan (12.07.1940-06.01.2000) [Bilge Sendikacı Mehmet Akif İnan Kitabı İçinde], Hazırlayan Hıdır Yıldırım, Eğitim-Bir-Sen Yayınları, Ankara 2017, s. 129-1300

[9] http://www.haber7.com/yazarlar/arif-altunbas/973746-bir-akif-inan-hocamiz-vardi

[10] Metin Selçuk, Bilge Sendikacı Mehmet Akif İnan (Kitabı İçinde), Hazırlayan Hıdır Yıldırım, Eğitim-Bir-Sen Yayınları, Ankara 2017, s. 173-174