HIDIR YILDIRIM
I
Mehmet
Akif İnan’ın kültür, sanat, edebiyat ve mücadele adamı kimliğini irdelemek için
önce hayatının safahatını ele almak ve hangi zaman diliminde nerede bulunduğuna
bakmak ve hangi çevrelerin etkilerine maruz kaldığını tespit etmek gerekir.
Mehmet
Akif İnan, 1940 yılında Urfa’da dünyaya gelmiştir. 1939-1945 yılları arası, II.
Dünya Savaşı’nın yaşandığı, savaşın olumsuz etkilerinin bütün dünyayı kasıp
kavurduğu yıllardır. II. Dünya Savaşı’nın ardından Batı’yla uyumlu bir politika
izlemeyi tercih eden –ya da paylaşımda Batı’nın hissesine düşen- Türkiye’de,
1946’da çok partili yaşama geçilmiş, 1950 yılında yapılan seçimle Demokrat
Parti’nin millet eksenli iktidarı başlamıştır.
Mehmet
Akif İnan, çocukluk yıllarının Urfa’sına ilişkin şu bilgileri aktarmaktadır:
“Urfa, (…) oldukça içe kapalı, dolayısıyla hayli muhafazakâr bir kent olma
özelliğinin bedelini, o tarihlerde, her gün ödüyordu. Gün geçmezdi ki birkaç
Urfalının bir kıyafeti yüzünden başı derde girmesin. Polis ve jandarma,
geleneksel mahallî kıyafetle dolaşan hemşehrilerimizi; kadın, erkek ve çocuk
demeden yoldan, mahalle aralarından toplayarak karakollara götürürdü. Ben
çocukken, polisin sokak ortasında, Kılık-Kıyafet Kanunu’na aykırı gördükleri bu
giysileri yırttığına çok tanık olmuşumdur. Halkın, özellikle köylünün ödü
kopardı polisten, jandarmadan. Milletin karnı açtı, iş sahaları yok denecek
kadar azdı. Ama bu halktan şalvar, entari, çarşaf yerine; pantolon, ceket,
şapka, manto giymesi isteniyordu. (…) Okullarda din, ders olarak okutulmuyordu,
yasaktı. Dinî yayınlar da yasaktı. Konu komşu çocuklarına gizli gizli Kur’an
öğreten kadın-erkek birçok kişinin, evlerinin basılarak suç unsurlarıyla
birlikte karakollara, mahkemelere taşınması, gündelik sıradan olaylardandı.
Ezan bile Türkçe okunurdu minarelerde. Batılılaşma uğruna yapılıyordu bütün
bunlar.”[1]
Türkiye
Cumhuriyeti’nin ilanının ardından devletin yeni rejimine göre bir millet
meydana getirme ameliyesi 1946 yılında çok partili yaşama geçinceye kadar
yaklaşık 25 yıl devam etmiştir. Milleti biçimlendirme merkezden taşraya doğru
gerçekleştirildiği ve radyo gibi kitle iletişim araçları çok yaygın olmadığı
için içten fethedilemeyen ve dışarıdan müdahaleye direnebilen Urfa,
geleneksel/klasik kültürünü koruyabilmiştir. Urfa’nın bu masuniyeti ve içine
kapanık bir şehir olması dolayısıyla geleneksel kültür örselenmemiş, toplumsal
değişim çok yavaş gerçekleştiği için yüzyılların birikimi yeni kuşaklara
rahatlıkla aktarılabilmiştir. Mehmet Akif İnan’ın çocukluk yıllarında Urfa’ya
hâkim olan kültür, sokakta, çarşıda, pazarda teneffüs edilen kültür, İslam
kültüründen neş’et eden geleneksel/klasik kültürdür. Bu çevre Mehmet Akif
İnan’ın geleneksel/klasik kültür anlayışı çerçevesinde yetişmesine zemin
hazırlamıştır. Mehmet Akif İnan, bu etkiyi şöyle dile getirmektedir: “Urfa beni
her bakımdan etkiledi. Zevk ve estetik anlayışım, Urfa’da canlılığını koruyan
klasik ve statik sanat ve folklora uygun biçimde gelişmişti. Okuduğum eserleri
bile bende yer etmiş bulunan kalıplara uyarlayarak dağarcığıma atıyordum.
Yenilik arayışı değil, geleneksel beğeniye ters düşmeyen bir anlayış egemendi
bende. Bir şekil özeni vardı, aruz veya hece veznini kullanıyordum. Serbest
şiiri hafife aldığımdan, hele hele Garip şiirini sanat saymadığım gibi,
vezinsizliği yeni bir içerikle dolduran İkinci Yenicileri de saçma
bulmaktaydım. Tabii bu kararlarımda, onların ideolojisine duyduğum tepkiler de
etkili olmuştu. Bu sebeple, kendi muhafazakârlığımın ateşli bir
savunucusuydum.”[2]
II
Mehmet
Akif İnan aynı zamanda, kültürlü bir aile ocağında dünyaya gelmiştir. Babası
Hacı Müslim İnan, küçük yaşta medreseye verilmiş, medreseden sonra bir süre
Mekteb-i Sanayi’de, bir süre de Cumhuriyet’ten sonra açılan Darü’l-Hilafe’de
okumuştur. Mehmet Akif İnan, bir söyleşide babasıyla ilgili şu bilgileri
vermektedir: “(…) Babam sosyal yanı oldukça gelişkin, bilgili, görgülü,
kültürlü bir insandı. (…) Evce okumayı severdik. Babam her çeşitten kitap
okurdu. Doğu ve Batı klasiklerinin önemli eserlerini bitirmiş biriydi babam.
Ayrıca çağdaş yazarları da tanırdı. Şeyh Sadi’den Shakespeare’e, Geothe’den
Hamid’e, Akif’e, Necip Fazıl’a, Nur risalelerine varıncaya değin, geniş ve
zengin bir okuma alanına sahipti babam. Sebilürreşat’tan Büyük Doğu’ya, oradan
magazin dergilerine kadar eve birçok dergi taşırdı. Evimize gazete gelmedik gün
olmazdı. Yurt ve dünya olayları yakından izlenirdi.”[3]
Mehmet
Akif İnan, sürgün bir öğrenci olarak Maraş’a gönderilinceye kadar 18 yıl içinde
yaşadığı baba ocağındaki baba figürünü ve 1967 yılında vefat eden babası Hacı
Müslim’in İnan’ın diğer hususiyetlerini ayrıca Babamın Gazeli adlı şiirinde de
dile getirmektedir:
Babamın
Gazeli
Yeni
aya karşı dua ederdi
Ağlardı
kesilen zeytin dalına
Ağlardı
evliya kıssalarına
Saksıda
taşırdı kışın baharı
Korkuyu
sevinci yayan gözleri
Kitaba
gözlüktü derin gözleri
Anamın
en kutsal barınağıydı
Eski
alfabeyi candan severdi
Toprağa
dosttu ölüme hazır
Taşırdı
soyunu gövdesi gibi
Bir
destan büyüttü namustan aşktan
Midenin
harama düşmanlığından[4]
III
27
Aralık 1936 tarihinde vefat eden Mehmet Akif Ersoy’un adının 3,5 yıl sonra, 12
Temmuz 1940 tarihinde doğan Mehmet Akif İnan’a ad olarak verilmesi bilinçli bir
tercihtir. Baba Hacı Müslim İnan’ın ve diğer aile büyüklerinin Mehmet Akif
Ersoy’un temsil ettiği çizgiyi benimsediklerini göstermektedir. Mehmet Akif
İnan’ın kardeşi Mustafa İnan, bu hususta şunları nakletmektedir: “Babam
rahmetli, Mehmet Akif Ersoy’u çok severdi. Hatta sevmekten de öte bir ilgiydi
bu. Bunun için ilk oğluna Mehmet Akif’in adını vermiş. Mü’min bir insan olduğu
için bizim isimlerimizi de yine dini geleneğe uygun olarak Ali, Mustafa ve
Ahmet koymuş.”[5]
Mehmet
Akif İnan’ın çocukluk ve ilk gençlik yılları bu aile ocağında ve geleneksel
kültürün egemen olduğu bir vasatta geçmiştir. 14 Mayıs 1950 tarihinde Demokrat
Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte Türkiye bambaşka bir iklimi yaşamaya
başlamış, Mehmet Akif İnan’ın ilk gençlik yılları bu yeni ve özlenen iklimin
etkisiyle, içinde yetiştiği aile ve çevrenin zihniyetinin neşv ü nema bulmasına
imkân sağlayan bir vasatta gelişmiştir: “1950’den itibaren Türkiye’nin girmiş
bulunduğu değişme süreci, herkesin üzerinde etkili oluyordu. Yavaş yavaş fikrî
ve siyasi bir uyanma dönemi başlamıştı. Aydın ve halk giderek üstünden korkuyu,
çekingenliği atıyordu. Çok partili hayat, insanlarımızı değişik fikirleri
savunmaya, inançlarını konuşabilmeye biraz imkân vermişti. Farklı dergiler,
gazeteler çıkıyordu. Ben okumayı seven bir aileden geldiğim için, bu yayınları
izliyordum. Çevremin ve ailemin muhafazakâr oluşu, kişiliğimde de yerini
almıştı. Bu kişiliğin üzerine yayınlar da eklenmeye başlayınca, daha sosyal bir
alana doğru yol alıyordum.”[6]
IV
İlkokulu
Atatürk İlkokulu’nda, ortaokulu ve liseyi Urfa Lisesinde okuyan Mehmet Akif
İnan’ın lisedeki arkadaşlarından bazıları uzun yıllar çeşitli vesilelerle
birliktelik kuracağı ve çeşitli mesleklerin mensubu olarak temayüz etmiş
kimselerdir. Zübeyir Yetik, Nihat Armağan, Abdülkadir Billurcu gibi. Mehmet
Akif İnan’ın vefatından sonra Memur-Sen Genel Başkanlığı görevini üstlenmiş
olan lise arkadaşı Zübeyir Yetik Mehmet Akif İnan’la tanışmasını şöyle
anlatmaktadır: “1957-58. (…) Teneffüste omzumu duvara yaslamış dergi okuyorum.
Muhtemelen Serdengeçti. Bir el omzumu kavrayarak, (…) ‘Bunları burada okuma’ diyor,
tehditkâr bir sesle. ‘Sana ne?’ deyip dergime dönüyorum. Nihat uzaklaşıyor. (…)
Sınıftan çıkarken, yine Nihat yanıma geliyor. Ben öfkeyle uzaklaşmaya
çalışırken, kolumdan tutarak ‘Yanlış anlama’ diyor, ‘Ben de bunları okuyorum,
okurken görülürsen disipline filan verirler, başın belaya girer.’ Böylece
konuşarak bahçeye çıktığımızda, birden ‘Akif.. Akif..!’ diye sesleniyor. (…)
Akif İnan’la tanışmamız böyle oluyor”[7]
Lise
yılları aynı zamanda Mehmet Akif İnan’ın yazı çalışmalarının başladığı, ilk
yazı ve şiirlerinin yayımlanmaya başladığı yıllardır. Yoğun bir okuma
faaliyetinin sürdürüldüğü lise yıllarında arkadaş grubu birbirini etkilemekte,
birbirini yetiştirmektedir. Urfa’daki lise yıllarının atmosferini, ilk yazı ve
yayın çalışmalarını Mehmet Akif İnan, Söyleşiler’inde şöyle ifade etmektedir:
“Benim gibi olan sınıf arkadaşlarım vardı. Birbirimizi etkiliyorduk. Hepimizde
okuma tutkusu vardı. Doğu’nun, Batı’nın Türkçeye çevrilmiş klasiklerinin belli
başlılarını hızla deviriyordum. En sıkışık günlerimde bile altı yedi saat
verebiliyordum okumaya. Tatil günlerinde bu bazen on saati geçiyordu. Bir
yandan da yazma hevesim başlamıştı. Mahallî gazetelerde bir uçtan yazılarım
çıkardı. Özelikle Demokrat Urfa gazetesinde yazıyordum. Benim gibi yazıya
meraklı olan arkadaşlarımdan Abdülkadir Billurcu, Zübeyir Yetik ve Nihat
Armağan’la birlikte Derya adlı bir gazete de çıkarmaya başladık. Hepimiz lise
son sınıf öğrencileriydik. Çevremizde Rahmetli Mehmet Emin Balyan, Sabri
Arslan ve İbrahim Kızılgöl adlı sınıf arkadaşlarımız da vardı. Okul dışından
Nabi Kılıçoğlu, Cemal Kayar, Ahmet Rüzgar gibi destekçi ya da yazar arkadaşlar
da bizimleydiler. Hafta sonlarında, daha başka yandaşlarımızın da katılmasıyla
birimizin evinde toplanıp hem çiğköftelerimizi yer hem de konuşmalar,
tartışmalar yapardık. Kendi aramızda münazaralar düzenlerdik. Müzikle de aramız
iyiydi. Tefle âlemler yapardık. Benim ayrıca şehrin önde gelen hanende ve
sazende takımıyla da ahbaplığım vardı. Mesire yerlerine gider, sabahlara kadar
eğlenir, fasıllar geçerdik. Ayrıca arada bir Muhammet Hafız’a giderek, eski
yazı ve Farsça dersleri de alıyordum. Tabii baş tutkum ve uğraşı alanımsa
şiirdi.”[8]
V
Lise
son sınıfta Tarih hocasıyla yaşadığı tatsız bir olay yüzünden Maraş Lisesi’ne
naklini aldıran Mehmet Akif İnan, burada şiir anlayışını ve edebi beğenisini
etkileyecek ayrıca ömür boyu birlikte olacağı, vefatından sonra da “Yedi Güzel
Adam” başlığı altında birlikte anılacağı arkadaşlarıyla tanışır. Bu yeni süreci
Mehmet Akif İnan şöyle anlatmaktadır: “Maraş’a gittiğimde, ben gerek fikir,
gerek sanat bakımından, kendimce bazı kararlara varmış biriydim. Yani ideolojik
bakımdan kendi kendimi kaba hatları ile bile olsa belirlemiş durumdaydım. Ve bu
ideolojik tavrıma uygun düşen, o zaman için yeni bir sanat anlayışı
içerisindeydim. Nasıl, yani daha çok klasik zevke dayalı, eski Türk şiirini
seven, gerek divan gerek halk, özellikle divan şiirini seven, gücü ölçüsünde
de, işte bir şeyler yazan biriydim. Maraş’a geldiğimde bu arkadaşlarla
tanıştım, bu arkadaşlarımın benim yenilikçi sanata da ilgi göstermemde
gerçekten çok etkileri oldu”
Mehmet
Akif İnan’ın Maraş’a gelişinin yansımasını Maraş cephesinden Rasim Özdenören
şöyle dile getirmektedir: “58’in yanılmıyor isem bahar aylarına tesadüf
ediyordu, Akif hakkında ilk duyumu aldığımda. Duyumu nasıl aldım; bizim birader
Alaeddin Özdenören bana geldi ve dedi ki: ‘Bizim sınıfa Urfa’dan bir şair
arkadaş geldi hem de aruzla yazıyor.’ Bu bizim için çok şaşırtıcıydı. Lise
çağında bir öğrencinin aruzla yazıyor olması hem hayret hem de hayranlık
uyandırabilecek bir olaydı.”[9]
Mehmet
Akif İnan, Urfa’da divan şiirinden lezzet alan, şiirini divan şiirinin
atmosferinde geliştiren genç bir şair iken Maraş’ta sanat anlayışlarını tamamen
modern bir yaklaşım üzerine inşa eden Rasim Özdenören, Alaeddin Özdenören,
Cahit Zarifoğlu ve Erdem Bayazıt’la gelişen arkadaşlığı çerçevesinde modern
şiirden esintiler taşıyan bir boyuta evrilmiştir.
VI
1961’de
Ankara’ya gelen ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk
Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde yükseköğrenime başlayan Mehmet Akif İnan,
Üniversiteyi Nuri Pakdil’in ısrarıyla ancak 1972’de bitirmiştir. Ankara’da
1961-1964 yıllarında Hilal dergisi ve Yayınevi’nde çalışan Mehmet Akif İnan,
1964-1969 yılları arası Türk Ocaklarında önce Müze ve Kütüphane Müdürlüğü sonra
Merkez Müdürlüğü yapmış, bu görevi sırasında siyaset dünyasının, kültür ve
sanat camiasının önemli isimlerinden Hamdullah Suphi Tanrıöver, Prof. Osman
Turan, Prof. Zeki Velidi Togan, Prof. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Prof. Emin
Bilgiç, Prof. Mümtaz Turhan, Prof. Tahir Çağatay, Prof. Mehmet Kaplan, Dr.
Fethi Erden, Fevziye Abdullah Tansel, Dr. Hamit Zübeyir Koşay, Mahmut Nedim Gündüzalp,
Kazım Nami Duru, Mehmet Emin Buğra, İsa Yusuf Alptekin gibi isimlerle ve ulema
ve meşayihten pekçok değerli isimle tanışmıştır.
Mehmet
Akif İnan, 1969 yılında Nuri Pakdil öncülüğünde çıkarılan Edebiyat dergisinin
kurucuları arasında yer almış, şiir ve yazılarını Edebiyat dergisinde
yayımlamıştır. İlk kitabı Edebiyat ve Medeniyet Üzerine (1972) ile ilk şiir
kitabı Hicret (1974), Edebiyat Dergisi Yayınları arasında yayımlanmıştır.
Mehmet Akif İnan, Edebiyat dergisini kendisi için bir çizgi olarak kabul etmiş
ve 1969’dan önce yazdığı şiirlerini kitaplarına almamıştır. 1976’da Rasim
Özdenören, Alaeddin Özenören, Erdem Bayazıt, Nazif Gürdoğan ve Bahri Zengin
gibi isimlerle Mavera dergisini kurmuş, bu dergi oluşumu içerisinde ayrıca
Akabe Yayınları kurulmuş, Din ve Uygarlık (1985) adlı kitabı Akabe Yayınları
arasında yayımlanmıştır. Mehmet Akif İnan’ın büyük çoğunluğu Mavera dergisinde
yayımlanan şiirleri Tenha Sözler (1991) adlı şiir kitabında bir araya
getirilmiştir.
VII
Mehmet
Akif İnan’ın her iki şiir kitabında 55 adet şiiri bulunmaktadır. Urfa’nın
geleneksel kültürüyle ve divan şiirinin derinlikli yapısıyla şekillenen şiir
anlayışı bu 55 şiirde kendisini göstermektedir. Gazel, Kaside, Terkib-i Bend
gibi Divan Edebiyatına ait formları şiirlerine ad olarak seçen Mehmet Akif
İnan, Divan şiirini modern bir yoruma tabi tutmuştur. Beyitlerden oluşan
şiirlerini daha çok 11’li hece ölçüsüyle yazmıştır. Beyitlerin divan şiirinde
olduğu gibi kendi içerisinde bir anlam bütünlüğü vardır. Zaman zaman şah beyit
niteliğinde beyitler, mısra-yı berceste niteliğinde mısralar ortaya koymuştur:
“Türkümüz
dünyayı kardeş bilendir
Gökleri
insanın ortak tarlası”
“Bitirip
şu kuru kara ekmeği
Göç
etsem diyorum yar ellerine”
“Bir
adım atarsak kafes kırılır
Belki
birden erir zincirlerimiz”
“Bütün
vakitlerim sana ayarlı
İste
hesabını rüyalarımın”
“Çağı
kurtarmanın bir eylemidir
Çağ
dışı görülen ilgimiz bizim”
“Bütün
giysileri yırtsak yeridir
Yeter
bize vefa elbiseleri”
“Ve
bir sofra gibi sersem önüne
Yerli
düşüncenin ürünlerini”
“Soyumu
yüklendim bu çağ içinde
Urfa
bir dağ gönlüm bir ağ içinde”
“Her
eylem yeniden diriltir beni
Nehirler
düşlerim göl kenarında”
“Gel
kurut bu çağın kargaşasını
Seninle
beklenen şimdi şafaktır”
“Edep
senin sabır benim derimdir”
“En
iyi anlatış artık susmaktır”
“Istırap
varoluş şartı oldu”
“Acılar
güvence ölümsüzlüğe”
“Candır
aşkın bedeli”
“Ben
gönlümden başka yerde olamam”
“Vurulmuş
geyiktir sensiz zamanlar”
“Bir
yetim çocuktur günlerim gülüm”
“Geldim
gidiyorum ben mahzun şarkı”
“Susarak
anlattım bütün gizliyi” gibi.
Mehmet
Akif İnan, geleneksel şiirin ait olduğu kültürün içerisinde yetişmiş ve bu
kültürle yoğrulmuş bir kişi olarak divan şiirini körükörüne taklit eden bir
anlayışla değil, bu kültürün referansıyla yeni bir tarzda yeni şeyler söylemek
üzere yeni bir sanat anlayışı ile ürünler ortaya koymuştur. Bu anlayışı kendisi
şöyle belirtmektedir: “Özellikle Edebiyat dergisinde 1969’dan sonra yazdığım
yazılarda öngörmüş olduğum şiirin çerçevesine yönelik bir hayli yazılar
yazdım. Hatırlarsanız o dönemlerde Divan şiirinden yararlanma gündemdeydi.
Birçok sanatçının bu anlayışa uygun şiirler yazdığını görüyorduk. Behçet
Necatigil, Encam adlı şiir kitabını yayınladı. Turgut Uyar Divançe, Attilâ
İlhan gazeller adlı Divan şiirinin özünden, şeklinden manasından modern kılıklı
şiirler yazıldı bir hayli. O dönemlerde ben bu tür şiirlere karşı fikirler
geliştirdim. Bunların Divan şiiriyle ilgili organik bir bağ içinde olmadığını
söyledim. Çünkü bu sanatçılar Divan dünyasının ruhuyla bağlantılı insanlar
değillerdi. Divan şiiri temelde İslâm uygarlığına dayanır. İslâm uygarlığının
içinde kendisini saymayan bir sınıf sanatçının Divan şiirinden yararlanışı olsa
olsa bir özenti olurdu. O şiirlerde ben bu özentiyi gördüm. Divan şiirinden
çağdaş anlamda nasıl yararlanılması lazım geldiğine dair yazmış olduğum düz
yazılara uygun biçimde şiirler ürettim. İşte benim Hicret’te yer alan
şiirlerim bu şiirlerimdir. Tenha Sözler’deki şiirlerim de aynı anlayışın
uzantılarıdır.”[10]
Mehmet
Akif İnan, beyitlerini, her biri aynı yeraltı nehrine bağlı olan, kendi dünya
görüşü olan İslam’dan beslenen kaynaklar olarak nitelendirmektedir:
“1970’lerde, eski edebiyatımızdan yararlanmak, Divan şiirinden çağdaş anlamda
yeniden istifade etmek gibi kavgaların ortaya çıktığı zaman benim içimde oluşan
ve çok kaba hatlarıyla anlatmaya çalıştığım biçimde kanunlara bağlanan bir
şiir anlayışı, beyit düzeni. Ama bu beyit düzeni içerisinde her biri kendi
müstakil bir hane belirtiyor. Fakat bunlar arasında bir omurga yok değil. Şöyle
anlaşılmalı: Hani âdeta her birini –farzımuhal– bir kaynak olarak addedecek
olursak, bunların hepsi aynı yeraltı nehrine bağlı kaynaklardır. Her beyit bu
yeraltı nehri benim dünya görüşümdür. Yani İslâm’dır.”[11]
VIII
Mehmet
Akif İnan’ın Tenha Sözler adlı kitabındaki şiirlerin hemen tamamı tasavvufi bir
hüviyet taşımaktadır. Tasavvufa ilgi duyan, bir şeyhe bağlanan ve tasavvufi
hayattan lezzet alan Mehmet Akif İnan’ın Necip Fazıl Kısakürek’in Abdülhakim
Arvasi’ye, Nurettin Topçu’nun Abdülaziz Bekkine’ye bağlanması gibi Siirt Baykan’da
Ali Arıncî adlı bir şeyhe bağlanarak hayatını tasavvufi umdeler çerçevesinde
şekillendirme gayreti içerisine girmiştir. Mavera ekibinden Nazif Gürdoğan bu
konuda şunları anlatmaktadır: “O yıllarda rahmetli Akif Bey, Baykan’da bir hoca
efendiye bağlanmıştı. Çok severdi onu, çok anlatırdı. Hoca Ali Efendi. Herkesi
de tek tek elinden tutar, oraya götürürdü. Hepimizi de götürmek için çok
uğraştı. (…) Bazen de takılırdık: ‘Ya üstad, nedir bu? Niye bu kadar arzu
ediyorsun arkadaşları Baykan’a götürmeyi’ diye. ‘Yahu Nazifçiğim, ben bir
hazine bulmuşum, bu hazineyi dostlarımla paylaşmayayım mı?’ derdi.”[12]
Eğitim-Bir-Sen
ve Memur-Sen’in kurucularından Avukat Nurettin Sezen de “Tanıklığımla
Eğitim-bir ve Mehmet Akif İnan (1992-2000) adlı kitabında Mehmet Akif İnan’ın
Ankara Samanpazarı’nda gönlünü ve kalbini bağladığı bir ofis bulunduğunu
belirtmektedir.
Mehmet
Akif İnan’ın sanatı bu tasavvufi ilgi ve meşguliyetten etkilenmiştir. Tenha
Sözler’deki şiirlerinde tasavvufi yöneliş çok net bir biçimde kendisini göstermektedir:
Soyundum
çileye dönmemesine
Bilendim
ışıktan gözyaşlarıyla
*
İçimin
göğüne ağsam diyorum
Yoruldum
kelime hamallığından
*
Bir
evren donattın yırtıp dünyamı
Eledin
bilgimi sevgilerimi
Onardın
gövdemi takvimlerimi
Kalbimi
giysimi şiirlerimi
*
Şehir
değil, güneş değil, değil hey
Toprak
olsam veli ordularına
IX
Mehmet
Akif İnan’ın şiirlerinde ölümü hiç aklından çıkarmadığı görülmektedir.
Tasavvufi süreç, dünyevi yüklerden arınarak, nefs-i emmare, nefs-i levvame,
nefs-i mülhime, nefs-i mutmainne, nefs-i raziyye, nefs-i marziyye makamlarından
geçerek nefs-i kamileye, fena fillah ve beka billah makamlarına ulaşarak
sevgiliye kavuşma sürecidir. Ehl-i tasavvuf için dünya değersizdir. Tasavvuf
ehline göre, Sezai Karakoç’un “Ey sevgili, en sevgili, uzatma dünya sürgünümü
benim” dediği sürgün yeridir dünya. Mavera, ötelerin ötesi, ise sevgilinin
yurdudur. Mehmet Akif İnan’ın “Bitirip şu kuru kara ekmeği / Göç etsem diyorum
yar ellerine” dediği özlem yurdudur. Dünya değersizdir de cennet değerli midir?
Mutasavvıf için cennet de değersizdir. Onun tek arzusu Hakk’ın cemalini görmek,
Ona kavuşmaktır.
Mehmet
Akif İnan, 1999 yılı yaz aylarında rahatsızlanmış, hastalığı 6 ay içerisinde
ilerlemiş ve 6 Ocak 2000 tarihinde vefat ederek, yar ellerine kavuşmuştur.
Mehmet
Akif İnan’ın şu beyitleri onun ölüme ne kadar hazır olduğunu ortaya
koymaktadır.
Yaslasam
gövdemi karlı dağlara
Sonsuz
bir uykuya kavuşsam bir gün
*
Bitirip
şu kuru kara ekmeği
Göç
etsem diyorum yar ellerine
*
Toprağın
altına yürüsem bir gün
Kurtulsam
aklımın işkencesinden
*
Ve
ölüm konuğum olduğu zaman
Duyduğum
vicdanın ayak sesidir
*
Büyük
rüyalarla geçmişse ömür
Hiç
yanmam ölümün her çeşidine
*
Kim
demiş her şeyin bitişi ölüm
Destanlar
yayılır mezarımızdan
*
Günleri
bir secde hızıyla geçip
Erişsem
mahşere bir iftar gibi
Erdem
Bayazıt, Mehmet Akif İnan’ın vefatından kısa bir süre önce Baykan’ın Arınç
köyünde Şeyh Ali Arınci Efendi’nin mezarını ziyaret ettiklerini belirterek
şunları naklediyor: “İlk gün Ali Efendi Hazretlerinin makberini ziyaret ettik.
(…) Mezarın üstünde biten çiçekleri gözyaşlarımızla suladık. Akif: ‘Halim
malum. Dünyadan bir beklediğim yok. Hasretim namütenahi. Hakkımda hayırlısı
neyse ona talibim. Delaletinize iltica ediyorum’ mealinde niyazda bulundu”[13]
Rasim
Özdenören’in kardeşi Mustafa İnan’dan aktardığına göre, Mehmet Akif İnan
doktorlarına, “Hastalığım hakkında yapılan teşhisi bana bildiriniz. Ben her
şeye hazırım; benim bu dünyada bekleyebileceğim bir şey kalmadı, yazıysa
yapabileceğim kadarını yaptım. Aile hayatı ise kızımdan torunlarım var ve onları
görme mutluluğunu yaşadım, dünyaya ilişkin hiçbir tûl-i emelim yoktur”[14]
demiştir.
X
1972’de
Uşak İmam-Hatip Lisesi’nde öğretmenliğe başlayan Mehmet Akif İnan, 1972-1975
yılları arasında Uşak İmam-Hatip Lisesi’nde, 1975-1980 yılları arasında Gazi
Eğitim Enstitüsü’nde, 1980-2000 yılları arasında da Ankara Fen Lisesi’nde olmak
üzere, 28 yıl öğretmenlik yapmıştır. Vefat ettiğinde Ankara Fen Lisesi Edebiyat
Öğretmenidir.
Mehmet
Akif İnan, 1969-1972 yılları arasında Türk Taşıt İşverenleri Sendikası’nda
eğitim uzmanı olarak çalışmıştır. Mehmet Akif İnan’ın öğretmenlikten önceki son
işi sendikacılıktır. Burada edindiği sendikal tecrübe ve ilgi, 20 yıl sonra
1992’de Eğitim-Bir’in kurucu genel başkanı olması ve vefatına kadar da
Eğitim-Bir-Sen ve Memur-Sen’in Genel Başkanlığı’nı sürdürmesiyle son
uğraşısının da sendikacılık olmasının önünü açmıştır. Zaten ‘Akif’ kelime
anlamı itibariyle ‘direnen’ anlamına da gelir. Sendikacılıkta da direniş ve
sebat çok önemlidir. Bu bakımdan, Sendikacı Akif, ‘ismiyle müsemma’ bir
adlandırmadır.
Türkiye’de
memur sendikacılığı 1961 Anayasası ile getirilmiş, 1961 Anayasası hükmü
uyarınca 1965 yılında çıkarılan 624 sayılı Devlet Personeli Sendikaları Kanunu
ile yasal bir zemin üzerinde sendikal faaliyetler yürütülmüş, ancak 12 Mart
1971 Muhtırası’nın ardından gerçekleştirilen bir anayasa değişikliği ile
memurlara tanınan sendika kurma hakkı geri alınmış, kurulu bulunan sendikalar
da kapatılmıştır. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren özellikle sol kesimde
sendikalaşmaya hazırlık çalışmaları ile başlayan ikinci dönem memur
sendikacılığı, 1990 yılında yine sol kesim tarafından Eğitim-İş ve Eğit-Sen
adlı sendikaların kurulmasıyla birlikte yeniden gündemi teşkil etmeye
başlamıştır.
20
Ekim 1991 seçimleri öncesinde siyasi, partilerin memurların önemli bir
beklentisi olan sendikalaşmaya izin verileceğine ilişkin vaatleriyle iyiden
iyiye ısınan sendika konusu, dindar-muhafazakâr kesimde de tartışılmış ve bu
hususta hazırlık çalışmaları başlatılmıştır. Yapılan toplantılarda bu işe liderlik
yapacak donanımlı, lider özellikleri olan, tanınmış bir kişinin gerekliliği
ortaya çıkmış ve ilk akla gelen isim Mehmet Akif İnan olmuştur. Önemli ölçüde
Hak-İş’te sürdürülen memur sendikaları kuruluş çalışmalarına Mehmet Akif
İnan2ın dâhil olması ve Genel Başkan oluşu ile ilgili Salim Uslu şu
değerlendirmeyi yapmaktadır: “1991 Aralık ayında isimler üzerinde durmaya
başladık.
İlkeli,
idealist, birleştirici vizyonu, karizması olan bir lidere ihtiyaç vardı.
Genel
başkandan çok lider…
Kucaklayıcı,
sürükleyici..
Önce
bir öğretmen sendikası olacaksa, tabii aklımıza ilk gelen ve hepimizin üzerinde
ittifak ettiği rahmetli Akif Hoca oldu.
Hoca,
tüm nitelikleri ile aranan isimdi.
Yalnız
bir soru vardı; kabul eder mi?
Hüseyin
Tanrıverdi ile telefon ettik; Fen Lisesi lojmanlarında (evinde) idi. Balgat’a
gidip Hoca’yı Hak-İş’e getirdik.
Konuyu
ilk açtığımızda “Fikir güzel, ihtiyaç var, ama benimle olur mu?” diye tepki
verdi. Peşpeşe takip eden görüşmelerde şiir, kitap, makale, eğitimcilik
mazeretlerinin fayda etmediğini gördü. Hepimizin ortak kanaati ve talebi Hoca
üzerinde yoğunlaşınca kabul etmek zorunda kaldı.”[15]
XI
Mehmet
Akif İnan, ‘aranan adam’ olarak sendika kurma sürecine dâhil olmuş ve 14 Şubat
1992 tarihinde Eğitimciler Birliği Sendikası (Eğitim-Bir) Mehmet Akif İnan’ın
Genel Başkanlığında kurulmuştur. 9 Haziran 1995 tarihinde ise Memur-Sendikaları
Konfederasyonu (Memur-Sen) kurulmuş, Mehmet Akif İnan, vefat ettiği 6 Ocak 2000
tarihine kadar her ikisinin Genel Başkanlığını yürütmüştür.
Mehmet
Akif İnan’ın sendikacılığı da edebiyat, kültür ve sanat adamlığını
şekillendiren güçlü referanslara dayanır. Sendikacı Mehmet Akif İnan,
inanmışlık ve adanmışlığın yerli, bin yıllık medeniyet kodlarıyla şekillenmiş
değerlerle mücehhez bir liderliğe nasıl dönüştürüleceğinin timsalini ortaya
koymuştur. Zor zamanlarda öne düşmesi, riskler üstlenmesi, maddi ve manevi
fedakârlıklar ortaya koyması, kuruluş aşamasında elli iki yıllık sosyal
sermayesini Eğitim-Bir-Sen ve Memur-Sen’in hamuruna katması, bugün Mehmet Akif
İnan’ın sendika başlığı altında da gönüllerde derin izler bırakmasını
sağlamıştır.
Mehmet
Akif İnan’ın kurduğu Eğitim-Bir-Sen bugün Türkiye’nin en büyük sendikası,
Memur-Sen de Türkiye’nin en büyük konfederasyonudur. “Milli Eğitim Bakanı olmaktansa en büyük
sendikanın genel başkanı olmayı tercih ederim” diyen Mehmet Akif İnan, sivil
alandaki nitelikli bir yapının önemini idrak etmiş ve çalışmalarını böyle bir
yapının inşasına teksif etmişti. Onun bu arzusu, sendikacılıkta onun açtığı
yoldan yürüyen ve sendikacılığı onun ortaya koyduğu ilkeler çerçevesinde icra
eden muakkiplerinin çalışmalarıyla gerçekleşmiş ve 500 bin üyeye yaklaşan
Eğitim-Bir-Sen, 1 milyonu aşan Memur-Sen ailesi vücuda getirilmiştir. Mehmet Akif
İnan’ın en büyük eseri Eğitim-Bir-Sen ve Memur-Sen’dir. Bu eser, ışığını Mehmet
Akif İnan’dan ve diğer öncülerden alarak bugün Türkiye’de demokrasinin, insan
haklarının, emeğin en büyük savunucusu olmuş, bunun yanında dünyadaki mazlum
Müslümanların en büyük sığınağı haline gelmiştir.