3 Haziran 2017 Cumartesi

Şair, mütefekkir, sendikacı Mehmet Akif İnan


                                                                                                            HIDIR YILDIRIM
I
Mehmet Akif İnan’ın kültür, sanat, edebiyat ve mücadele adamı kimliğini irdelemek için önce hayatının safahatını ele almak ve hangi zaman diliminde nerede bulunduğuna bakmak ve hangi çevrelerin etkilerine maruz kaldığını tespit etmek gerekir.

Mehmet Akif İnan, 1940 yılında Urfa’da dünyaya gelmiştir. 1939-1945 yılları arası, II. Dünya Savaşı’nın yaşandığı, savaşın olumsuz etkilerinin bütün dünyayı kasıp kavurduğu yıllardır. II. Dünya Savaşı’nın ardından Batı’yla uyumlu bir politika izlemeyi tercih eden –ya da paylaşımda Batı’nın hissesine düşen- Türkiye’de, 1946’da çok partili yaşama geçilmiş, 1950 yılında yapılan seçimle Demokrat Parti’nin millet eksenli iktidarı başlamıştır.

Mehmet Akif İnan, çocukluk yıllarının Urfa’sına ilişkin şu bilgileri aktarmaktadır: “Urfa, (…) oldukça içe kapalı, do­layısıyla hayli muhafazakâr bir kent olma özelliğinin bedelini, o tarihlerde, her gün ödüyordu. Gün geçmezdi ki birkaç Urfalının bir kıyafeti yüzünden başı derde girmesin. Polis ve jandarma, geleneksel mahallî kıyafetle dolaşan hemşehrilerimizi; kadın, er­kek ve çocuk demeden yoldan, mahalle aralarından toplayarak karakollara götürürdü. Ben çocukken, polisin sokak ortasında, Kılık-Kıyafet Kanunu’na aykırı gördükleri bu giysileri yırttığına çok tanık olmuşumdur. Halkın, özellikle köylünün ödü kopardı polisten, jandarmadan. Milletin karnı açtı, iş sahaları yok de­necek kadar azdı. Ama bu halktan şalvar, entari, çarşaf yerine; pantolon, ceket, şapka, manto giymesi isteniyordu. (…) Okullarda din, ders olarak okutulmuyordu, yasaktı. Dinî yayınlar da yasaktı. Konu komşu çocuklarına gizli gizli Kur’an öğreten kadın-erkek birçok kişinin, evlerinin basılarak suç unsurlarıyla birlikte karakollara, mahke­melere taşınması, gündelik sıradan olaylardandı. Ezan bile Türk­çe okunurdu minarelerde. Batılılaşma uğruna yapılıyordu bütün bunlar.”[1]

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanının ardından devletin yeni rejimine göre bir millet meydana getirme ameliyesi 1946 yılında çok partili yaşama geçinceye kadar yaklaşık 25 yıl devam etmiştir. Milleti biçimlendirme merkezden taşraya doğru gerçekleştirildiği ve radyo gibi kitle iletişim araçları çok yaygın olmadığı için içten fethedilemeyen ve dışarıdan müdahaleye direnebilen Urfa, geleneksel/klasik kültürünü koruyabilmiştir. Urfa’nın bu masuniyeti ve içine kapanık bir şehir olması dolayısıyla geleneksel kültür örselenmemiş, toplumsal değişim çok yavaş gerçekleştiği için yüzyılların birikimi yeni kuşaklara rahatlıkla aktarılabilmiştir. Mehmet Akif İnan’ın çocukluk yıllarında Urfa’ya hâkim olan kültür, sokakta, çarşıda, pazarda teneffüs edilen kültür, İslam kültüründen neş’et eden geleneksel/klasik kültürdür. Bu çevre Mehmet Akif İnan’ın geleneksel/klasik kültür anlayışı çerçevesinde yetişmesine zemin hazırlamıştır. Mehmet Akif İnan, bu etkiyi şöyle dile getirmektedir: “Urfa beni her bakımdan etkiledi. Zevk ve estetik anlayışım, Urfa’da canlılığını koruyan klasik ve statik sanat ve folklora uygun biçimde gelişmişti. Oku­duğum eserleri bile bende yer etmiş bulunan kalıplara uyarla­yarak dağarcığıma atıyordum. Yenilik arayışı değil, geleneksel beğeniye ters düşmeyen bir anlayış egemendi bende. Bir şekil özeni vardı, aruz veya hece veznini kullanıyordum. Serbest şi­iri hafife aldığımdan, hele hele Garip şiirini sanat saymadığım gibi, vezinsizliği yeni bir içerikle dolduran İkinci Yenicileri de saçma bulmaktaydım. Tabii bu kararlarımda, onların ideolo­jisine duyduğum tepkiler de etkili olmuştu. Bu sebeple, kendi muhafazakârlığımın ateşli bir savunucusuydum.”[2]



II

Mehmet Akif İnan aynı zamanda, kültürlü bir aile ocağında dünyaya gelmiştir. Babası Hacı Müslim İnan, küçük yaşta medreseye verilmiş, medreseden sonra bir süre Mekteb-i Sanayi’de, bir süre de Cumhuriyet’ten sonra açılan Darü’l-Hilafe’de okumuştur. Mehmet Akif İnan, bir söyleşide babasıyla ilgili şu bilgileri vermektedir: “(…) Babam sosyal yanı oldukça gelişkin, bilgili, görgülü, kültürlü bir insandı. (…) Evce okumayı severdik. Babam her çeşitten kitap okurdu. Doğu ve Batı klasiklerinin önemli eserlerini bitirmiş biriydi babam. Ayrıca çağdaş yazarları da tanırdı. Şeyh Sadi’den Shakespeare’e, Geothe’den Hamid’e, Akif’e, Necip Fazıl’a, Nur risalelerine varıncaya değin, geniş ve zengin bir okuma alanına sahipti babam. Sebilürreşat’tan Büyük Doğu’ya, oradan magazin dergilerine kadar eve birçok dergi taşırdı. Evimize gazete gelmedik gün olmazdı. Yurt ve dünya olayları yakından izlenirdi.”[3] 

Mehmet Akif İnan, sürgün bir öğrenci olarak Maraş’a gönderilinceye kadar 18 yıl içinde yaşadığı baba ocağındaki baba figürünü ve 1967 yılında vefat eden babası Hacı Müslim’in İnan’ın diğer hususiyetlerini ayrıca Babamın Gazeli adlı şiirinde de dile getirmektedir:

Babamın Gazeli



Yeni aya karşı dua ederdi

Ağlardı kesilen zeytin dalına



Ağlardı evliya kıssalarına

Saksıda taşırdı kışın baharı



Korkuyu sevinci yayan gözleri

Kitaba gözlüktü derin gözleri



Anamın en kutsal barınağıydı

Eski alfabeyi candan severdi



Toprağa dosttu ölüme hazır

Taşırdı soyunu gövdesi gibi



Bir destan büyüttü namustan aşktan

Midenin harama düşmanlığından[4]



III

27 Aralık 1936 tarihinde vefat eden Mehmet Akif Ersoy’un adının 3,5 yıl sonra, 12 Temmuz 1940 tarihinde doğan Mehmet Akif İnan’a ad olarak verilmesi bilinçli bir tercihtir. Baba Hacı Müslim İnan’ın ve diğer aile büyüklerinin Mehmet Akif Ersoy’un temsil ettiği çizgiyi benimsediklerini göstermektedir. Mehmet Akif İnan’ın kardeşi Mustafa İnan, bu hususta şunları nakletmektedir: “Babam rahmetli, Mehmet Akif Ersoy’u çok severdi. Hatta sevmekten de öte bir ilgiydi bu. Bunun için ilk oğluna Mehmet Akif’in adını vermiş. Mü’min bir insan olduğu için bizim isimlerimizi de yine dini geleneğe uygun olarak Ali, Mustafa ve Ahmet koymuş.”[5]

Mehmet Akif İnan’ın çocukluk ve ilk gençlik yılları bu aile ocağında ve geleneksel kültürün egemen olduğu bir vasatta geçmiştir. 14 Mayıs 1950 tarihinde Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte Türkiye bambaşka bir iklimi yaşamaya başlamış, Mehmet Akif İnan’ın ilk gençlik yılları bu yeni ve özlenen iklimin etkisiyle, içinde yetiştiği aile ve çevrenin zihniyetinin neşv ü nema bulmasına imkân sağlayan bir vasatta gelişmiştir: “1950’den itibaren Türkiye’nin girmiş bulunduğu değişme süre­ci, herkesin üzerinde etkili oluyordu. Yavaş yavaş fikrî ve siyasi bir uyanma dönemi başlamıştı. Aydın ve halk giderek üstünden korkuyu, çekingenliği atıyordu. Çok partili hayat, insanlarımı­zı değişik fikirleri savunmaya, inançlarını konuşabilmeye biraz imkân vermişti. Farklı dergiler, gazeteler çıkıyordu. Ben oku­mayı seven bir aileden geldiğim için, bu yayınları izliyordum. Çevremin ve ailemin muhafazakâr oluşu, kişiliğimde de yerini almıştı. Bu kişiliğin üzerine yayınlar da eklenmeye başlayınca, daha sosyal bir alana doğru yol alıyordum.”[6]



IV

İlkokulu Atatürk İlkokulu’nda, ortaokulu ve liseyi Urfa Lisesinde okuyan Mehmet Akif İnan’ın lisedeki arkadaşlarından bazıları uzun yıllar çeşitli vesilelerle birliktelik kuracağı ve çeşitli mesleklerin mensubu olarak temayüz etmiş kimselerdir. Zübeyir Yetik, Nihat Armağan, Abdülkadir Billurcu gibi. Mehmet Akif İnan’ın vefatından sonra Memur-Sen Genel Başkanlığı görevini üstlenmiş olan lise arkadaşı Zübeyir Yetik Mehmet Akif İnan’la tanışmasını şöyle anlatmaktadır: “1957-58. (…) Teneffüste omzumu duvara yaslamış dergi okuyorum. Muhtemelen Serdengeçti. Bir el omzumu kavrayarak, (…) ‘Bunları burada okuma’ diyor, tehditkâr bir sesle. ‘Sana ne?’ deyip dergime dönüyorum. Nihat uzaklaşıyor. (…) Sınıftan çıkarken, yine Nihat yanıma geliyor. Ben öfkeyle uzaklaşmaya çalışırken, kolumdan tutarak ‘Yanlış anlama’ diyor, ‘Ben de bunları okuyorum, okurken görülürsen disipline filan verirler, başın belaya girer.’ Böylece konuşarak bahçeye çıktığımızda, birden ‘Akif.. Akif..!’ diye sesleniyor. (…) Akif İnan’la tanışmamız böyle oluyor”[7]

Lise yılları aynı zamanda Mehmet Akif İnan’ın yazı çalışmalarının başladığı, ilk yazı ve şiirlerinin yayımlanmaya başladığı yıllardır. Yoğun bir okuma faaliyetinin sürdürüldüğü lise yıllarında arkadaş grubu birbirini etkilemekte, birbirini yetiştirmektedir. Urfa’daki lise yıllarının atmosferini, ilk yazı ve yayın çalışmalarını Mehmet Akif İnan, Söyleşiler’inde şöyle ifade etmektedir: “Benim gibi olan sınıf arkadaşlarım vardı. Birbirimizi etkiliyorduk. Hepimizde okuma tutkusu vardı. Doğu’nun, Batı’nın Türkçeye çevrilmiş klasikleri­nin belli başlılarını hızla deviriyordum. En sıkışık günlerimde bile altı yedi saat verebiliyordum okumaya. Tatil günlerinde bu bazen on saati geçiyordu. Bir yandan da yazma hevesim başla­mıştı. Mahallî gazetelerde bir uçtan yazılarım çıkardı. Özelikle Demokrat Urfa gazetesinde yazıyordum. Benim gibi yazıya me­raklı olan arkadaşlarımdan Abdülkadir Billurcu, Zübeyir Yetik ve Nihat Armağan’la birlikte Derya adlı bir gazete de çıkarma­ya başladık. Hepimiz lise son sınıf öğrencileriydik. Çevremiz­de Rahmetli Mehmet Emin Balyan, Sabri Arslan ve İbrahim Kızılgöl adlı sınıf arkadaşlarımız da vardı. Okul dışından Nabi Kılıçoğlu, Cemal Kayar, Ahmet Rüzgar gibi destekçi ya da ya­zar arkadaşlar da bizimleydiler. Hafta sonlarında, daha başka yandaşlarımızın da katılmasıyla birimizin evinde toplanıp hem çiğköftelerimizi yer hem de konuşmalar, tartışmalar yapardık. Kendi aramızda münazaralar düzenlerdik. Müzikle de aramız iyiydi. Tefle âlemler yapardık. Benim ayrıca şehrin önde gelen hanende ve sazende takımıyla da ahbaplığım vardı. Mesire yerle­rine gider, sabahlara kadar eğlenir, fasıllar geçerdik. Ayrıca arada bir Muhammet Hafız’a giderek, eski yazı ve Farsça dersleri de alıyordum. Tabii baş tutkum ve uğraşı alanımsa şiirdi.”[8]



V

Lise son sınıfta Tarih hocasıyla yaşadığı tatsız bir olay yüzünden Maraş Lisesi’ne naklini aldıran Mehmet Akif İnan, burada şiir anlayışını ve edebi beğenisini etkileyecek ayrıca ömür boyu birlikte olacağı, vefatından sonra da “Yedi Güzel Adam” başlığı altında birlikte anılacağı arkadaşlarıyla tanışır. Bu yeni süreci Mehmet Akif İnan şöyle anlatmaktadır: “Maraş’a gittiğimde, ben gerek fikir, gerek sanat bakımından, kendimce bazı kararlara varmış biriydim. Yani ideolojik bakımdan kendi kendimi kaba hatları ile bile olsa belirlemiş durumdaydım. Ve bu ideolojik tavrıma uygun düşen, o zaman için yeni bir sanat anlayışı içerisindeydim. Nasıl, yani daha çok klasik zevke dayalı, eski Türk şiirini seven, gerek divan gerek halk, özellikle divan şiirini seven, gücü ölçüsünde de, işte bir şeyler yazan biriydim. Maraş’a geldiğimde bu arkadaşlarla tanıştım, bu arkadaşlarımın benim yenilikçi sanata da ilgi göstermemde gerçekten çok etkileri oldu”

Mehmet Akif İnan’ın Maraş’a gelişinin yansımasını Maraş cephesinden Rasim Özdenören şöyle dile getirmektedir: “58’in yanılmıyor isem bahar aylarına tesadüf ediyordu, Akif hakkında ilk duyumu aldığımda. Duyumu nasıl aldım; bizim birader Alaeddin Özdenören bana geldi ve dedi ki: ‘Bizim sınıfa Urfa’dan bir şair arkadaş geldi hem de aruzla yazıyor.’ Bu bizim için çok şaşırtıcıydı. Lise çağında bir öğrencinin aruzla yazıyor olması hem hayret hem de hayranlık uyandırabilecek bir olaydı.”[9]

Mehmet Akif İnan, Urfa’da divan şiirinden lezzet alan, şiirini divan şiirinin atmosferinde geliştiren genç bir şair iken Maraş’ta sanat anlayışlarını tamamen modern bir yaklaşım üzerine inşa eden Rasim Özdenören, Alaeddin Özdenören, Cahit Zarifoğlu ve Erdem Bayazıt’la gelişen arkadaşlığı çerçevesinde modern şiirden esintiler taşıyan bir boyuta evrilmiştir.    



VI

1961’de Ankara’ya gelen ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde yükseköğrenime başlayan Mehmet Akif İnan, Üniversiteyi Nuri Pakdil’in ısrarıyla ancak 1972’de bitirmiştir. Ankara’da 1961-1964 yıllarında Hilal dergisi ve Yayınevi’nde çalışan Mehmet Akif İnan, 1964-1969 yılları arası Türk Ocaklarında önce Müze ve Kütüphane Müdürlüğü sonra Merkez Müdürlüğü yapmış, bu görevi sırasında siyaset dünyasının, kültür ve sanat camiasının önemli isimlerinden Hamdul­lah Suphi Tanrıöver, Prof. Osman Turan, Prof. Zeki Velidi To­gan, Prof. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Prof. Emin Bilgiç, Prof. Mümtaz Turhan, Prof. Tahir Çağatay, Prof. Mehmet Kaplan, Dr. Fethi Erden, Fevziye Abdullah Tansel, Dr. Hamit Zübeyir Koşay, Mahmut Nedim Gündüzalp, Kazım Nami Duru, Mehmet Emin Buğra, İsa Yusuf Alptekin gibi isimlerle ve ulema ve meşayihten pekçok değerli isimle tanışmıştır.

Mehmet Akif İnan, 1969 yılında Nuri Pakdil öncülüğünde çıkarılan Edebiyat dergisinin kurucuları arasında yer almış, şiir ve yazılarını Edebiyat dergisinde yayımlamıştır. İlk kitabı Edebiyat ve Medeniyet Üzerine (1972) ile ilk şiir kitabı Hicret (1974), Edebiyat Dergisi Yayınları arasında yayımlanmıştır. Mehmet Akif İnan, Edebiyat dergisini kendisi için bir çizgi olarak kabul etmiş ve 1969’dan önce yazdığı şiirlerini kitaplarına almamıştır. 1976’da Rasim Özdenören, Alaeddin Özenören, Erdem Bayazıt, Nazif Gürdoğan ve Bahri Zengin gibi isimlerle Mavera dergisini kurmuş, bu dergi oluşumu içerisinde ayrıca Akabe Yayınları kurulmuş, Din ve Uygarlık (1985) adlı kitabı Akabe Yayınları arasında yayımlanmıştır. Mehmet Akif İnan’ın büyük çoğunluğu Mavera dergisinde yayımlanan şiirleri Tenha Sözler (1991) adlı şiir kitabında bir araya getirilmiştir.



VII

Mehmet Akif İnan’ın her iki şiir kitabında 55 adet şiiri bulunmaktadır. Urfa’nın geleneksel kültürüyle ve divan şiirinin derinlikli yapısıyla şekillenen şiir anlayışı bu 55 şiirde kendisini göstermektedir. Gazel, Kaside, Terkib-i Bend gibi Divan Edebiyatına ait formları şiirlerine ad olarak seçen Mehmet Akif İnan, Divan şiirini modern bir yoruma tabi tutmuştur. Beyitlerden oluşan şiirlerini daha çok 11’li hece ölçüsüyle yazmıştır. Beyitlerin divan şiirinde olduğu gibi kendi içerisinde bir anlam bütünlüğü vardır. Zaman zaman şah beyit niteliğinde beyitler, mısra-yı berceste niteliğinde mısralar ortaya koymuştur:

“Türkümüz dünyayı kardeş bilendir

Gökleri insanın ortak tarlası”



“Bitirip şu kuru kara ekmeği

Göç etsem diyorum yar ellerine”



“Bir adım atarsak kafes kırılır

Belki birden erir zincirlerimiz”



“Bütün vakitlerim sana ayarlı

İste hesabını rüyalarımın”



“Çağı kurtarmanın bir eylemidir

Çağ dışı görülen ilgimiz bizim”



“Bütün giysileri yırtsak yeridir

Yeter bize vefa elbiseleri”



“Ve bir sofra gibi sersem önüne

Yerli düşüncenin ürünlerini”



“Soyumu yüklendim bu çağ içinde

Urfa bir dağ gönlüm bir ağ içinde”



“Her eylem yeniden diriltir beni

Nehirler düşlerim göl kenarında”



“Gel kurut bu çağın kargaşasını

Seninle beklenen şimdi şafaktır”

“Edep senin sabır benim derimdir”

“En iyi anlatış artık susmaktır”

“Istırap varoluş şartı oldu”

“Acılar güvence ölümsüzlüğe”

“Candır aşkın bedeli”

“Ben gönlümden başka yerde olamam”

“Vurulmuş geyiktir sensiz zamanlar”

“Bir yetim çocuktur günlerim gülüm”

“Geldim gidiyorum ben mahzun şarkı”

“Susarak anlattım bütün gizliyi” gibi.

Mehmet Akif İnan, geleneksel şiirin ait olduğu kültürün içerisinde yetişmiş ve bu kültürle yoğrulmuş bir kişi olarak divan şiirini körükörüne taklit eden bir anlayışla değil, bu kültürün referansıyla yeni bir tarzda yeni şeyler söylemek üzere yeni bir sanat anlayışı ile ürünler ortaya koymuştur. Bu anlayışı kendisi şöyle belirtmektedir: “Özellikle Edebiyat dergisinde 1969’dan sonra yazdığım yazılarda öngörmüş olduğum şiirin çerçevesine yönelik bir hay­li yazılar yazdım. Hatırlarsanız o dönemlerde Divan şiirinden yararlanma gündemdeydi. Birçok sanatçının bu anlayışa uygun şiirler yazdığını görüyorduk. Behçet Necatigil, Encam adlı şiir ki­tabını yayınladı. Turgut Uyar Divançe, Attilâ İlhan gazeller adlı Divan şiirinin özünden, şeklinden manasından modern kılıklı şiirler yazıldı bir hayli. O dönemlerde ben bu tür şiirlere karşı fikirler geliştirdim. Bunların Divan şiiriyle ilgili organik bir bağ içinde olmadığını söyledim. Çünkü bu sanatçılar Divan dünya­sının ruhuyla bağlantılı insanlar değillerdi. Divan şiiri temelde İslâm uygarlığına dayanır. İslâm uygarlığının içinde kendisini saymayan bir sınıf sanatçının Divan şiirinden yararlanışı olsa olsa bir özenti olurdu. O şiirlerde ben bu özentiyi gördüm. Di­van şiirinden çağdaş anlamda nasıl yararlanılması lazım geldiği­ne dair yazmış olduğum düz yazılara uygun biçimde şiirler üret­tim. İşte benim Hicret’te yer alan şiirlerim bu şiirlerimdir. Tenha Sözler’deki şiirlerim de aynı anlayışın uzantılarıdır.”[10]

Mehmet Akif İnan, beyitlerini, her biri aynı yeraltı nehrine bağlı olan, kendi dünya görüşü olan İslam’dan beslenen kaynaklar olarak nitelendirmektedir: “1970’lerde, eski edebiyatımızdan yararlanmak, Divan şiirinden çağdaş anlamda yeniden istifade etmek gibi kavgaların ortaya çıktığı zaman benim içimde oluşan ve çok kaba hatlarıyla an­latmaya çalıştığım biçimde kanunlara bağlanan bir şiir anlayı­şı, beyit düzeni. Ama bu beyit düzeni içerisinde her biri kendi müstakil bir hane belirtiyor. Fakat bunlar arasında bir omurga yok değil. Şöyle anlaşılmalı: Hani âdeta her birini –farzımuhal– bir kaynak olarak addedecek olursak, bunların hepsi aynı yeral­tı nehrine bağlı kaynaklardır. Her beyit bu yeraltı nehri benim dünya görüşümdür. Yani İslâm’dır.”[11]



VIII

Mehmet Akif İnan’ın Tenha Sözler adlı kitabındaki şiirlerin hemen tamamı tasavvufi bir hüviyet taşımaktadır. Tasavvufa ilgi duyan, bir şeyhe bağlanan ve tasavvufi hayattan lezzet alan Mehmet Akif İnan’ın Necip Fazıl Kısakürek’in Abdülhakim Arvasi’ye, Nurettin Topçu’nun Abdülaziz Bekkine’ye bağlanması gibi Siirt Baykan’da Ali Arıncî adlı bir şeyhe bağlanarak hayatını tasavvufi umdeler çerçevesinde şekillendirme gayreti içerisine girmiştir. Mavera ekibinden Nazif Gürdoğan bu konuda şunları anlatmaktadır: “O yıllarda rahmetli Akif Bey, Baykan’da bir hoca efendiye bağlanmıştı. Çok severdi onu, çok anlatırdı. Hoca Ali Efendi. Herkesi de tek tek elinden tutar, oraya götürürdü. Hepimizi de götürmek için çok uğraştı. (…) Bazen de takılırdık: ‘Ya üstad, nedir bu? Niye bu kadar arzu ediyorsun arkadaşları Baykan’a götürmeyi’ diye. ‘Yahu Nazifçiğim, ben bir hazine bulmuşum, bu hazineyi dostlarımla paylaşmayayım mı?’ derdi.”[12]

Eğitim-Bir-Sen ve Memur-Sen’in kurucularından Avukat Nurettin Sezen de “Tanıklığımla Eğitim-bir ve Mehmet Akif İnan (1992-2000) adlı kitabında Mehmet Akif İnan’ın Ankara Samanpazarı’nda gönlünü ve kalbini bağladığı bir ofis bulunduğunu belirtmektedir.

Mehmet Akif İnan’ın sanatı bu tasavvufi ilgi ve meşguliyetten etkilenmiştir. Tenha Sözler’deki şiirlerinde tasavvufi yöneliş çok net bir biçimde kendisini göstermektedir:    

Soyundum çileye dönmemesine

Bilendim ışıktan gözyaşlarıyla

*

İçimin göğüne ağsam diyorum

Yoruldum kelime hamallığından

*

Bir evren donattın yırtıp dünyamı

Eledin bilgimi sevgilerimi



Onardın gövdemi takvimlerimi

Kalbimi giysimi şiirlerimi

*

Şehir değil, güneş değil, değil hey

Toprak olsam veli ordularına



IX

Mehmet Akif İnan’ın şiirlerinde ölümü hiç aklından çıkarmadığı görülmektedir. Tasavvufi süreç, dünyevi yüklerden arınarak, nefs-i emmare, nefs-i levvame, nefs-i mülhime, nefs-i mutmainne, nefs-i raziyye, nefs-i marziyye makamlarından geçerek nefs-i kamileye, fena fillah ve beka billah makamlarına ulaşarak sevgiliye kavuşma sürecidir. Ehl-i tasavvuf için dünya değersizdir. Tasavvuf ehline göre, Sezai Karakoç’un “Ey sevgili, en sevgili, uzatma dünya sürgünümü benim” dediği sürgün yeridir dünya. Mavera, ötelerin ötesi, ise sevgilinin yurdudur. Mehmet Akif İnan’ın “Bitirip şu kuru kara ekmeği / Göç etsem diyorum yar ellerine” dediği özlem yurdudur. Dünya değersizdir de cennet değerli midir? Mutasavvıf için cennet de değersizdir. Onun tek arzusu Hakk’ın cemalini görmek, Ona kavuşmaktır.

Mehmet Akif İnan, 1999 yılı yaz aylarında rahatsızlanmış, hastalığı 6 ay içerisinde ilerlemiş ve 6 Ocak 2000 tarihinde vefat ederek, yar ellerine kavuşmuştur.

Mehmet Akif İnan’ın şu beyitleri onun ölüme ne kadar hazır olduğunu ortaya koymaktadır.

Yaslasam gövdemi karlı dağlara

Sonsuz bir uykuya kavuşsam bir gün

*

Bitirip şu kuru kara ekmeği

Göç etsem diyorum yar ellerine

*

Toprağın altına yürüsem bir gün

Kurtulsam aklımın işkencesinden

*

Ve ölüm konuğum olduğu zaman

Duyduğum vicdanın ayak sesidir

*

Büyük rüyalarla geçmişse ömür

Hiç yanmam ölümün her çeşidine

*

Kim demiş her şeyin bitişi ölüm

Destanlar yayılır mezarımızdan

*

Günleri bir secde hızıyla geçip

Erişsem mahşere bir iftar gibi

Erdem Bayazıt, Mehmet Akif İnan’ın vefatından kısa bir süre önce Baykan’ın Arınç köyünde Şeyh Ali Arınci Efendi’nin mezarını ziyaret ettiklerini belirterek şunları naklediyor: “İlk gün Ali Efendi Hazretlerinin makberini ziyaret ettik. (…) Mezarın üstünde biten çiçekleri gözyaşlarımızla suladık. Akif: ‘Halim malum. Dünyadan bir beklediğim yok. Hasretim namütenahi. Hakkımda hayırlısı neyse ona talibim. Delaletinize iltica ediyorum’ mealinde niyazda bulundu”[13]

Rasim Özdenören’in kardeşi Mustafa İnan’dan aktardığına göre, Mehmet Akif İnan doktorlarına, “Hastalığım hakkında yapılan teşhisi bana bildiriniz. Ben her şeye hazırım; benim bu dünyada bekleyebileceğim bir şey kalmadı, yazıysa yapabileceğim kadarını yaptım. Aile hayatı ise kızımdan torunlarım var ve onları görme mutluluğunu yaşadım, dünyaya ilişkin hiçbir tûl-i emelim yoktur”[14] demiştir.



X

1972’de Uşak İmam-Hatip Lisesi’nde öğretmenliğe başlayan Mehmet Akif İnan, 1972-1975 yılları arasında Uşak İmam-Hatip Lisesi’nde, 1975-1980 yılları arasında Gazi Eğitim Enstitüsü’nde, 1980-2000 yılları arasında da Ankara Fen Lisesi’nde olmak üzere, 28 yıl öğretmenlik yapmıştır. Vefat ettiğinde Ankara Fen Lisesi Edebiyat Öğretmenidir.

Mehmet Akif İnan, 1969-1972 yılları arasında Türk Taşıt İşverenleri Sendikası’nda eğitim uzmanı olarak çalışmıştır. Mehmet Akif İnan’ın öğretmenlikten önceki son işi sendikacılıktır. Burada edindiği sendikal tecrübe ve ilgi, 20 yıl sonra 1992’de Eğitim-Bir’in kurucu genel başkanı olması ve vefatına kadar da Eğitim-Bir-Sen ve Memur-Sen’in Genel Başkanlığı’nı sürdürmesiyle son uğraşısının da sendikacılık olmasının önünü açmıştır. Zaten ‘Akif’ kelime anlamı itibariyle ‘direnen’ anlamına da gelir. Sendikacılıkta da direniş ve sebat çok önemlidir. Bu bakımdan, Sendikacı Akif, ‘ismiyle müsemma’ bir adlandırmadır.

Türkiye’de memur sendikacılığı 1961 Anayasası ile getirilmiş, 1961 Anayasası hükmü uyarınca 1965 yılında çıkarılan 624 sayılı Devlet Personeli Sendikaları Kanunu ile yasal bir zemin üzerinde sendikal faaliyetler yürütülmüş, ancak 12 Mart 1971 Muhtırası’nın ardından gerçekleştirilen bir anayasa değişikliği ile memurlara tanınan sendika kurma hakkı geri alınmış, kurulu bulunan sendikalar da kapatılmıştır. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren özellikle sol kesimde sendikalaşmaya hazırlık çalışmaları ile başlayan ikinci dönem memur sendikacılığı, 1990 yılında yine sol kesim tarafından Eğitim-İş ve Eğit-Sen adlı sendikaların kurulmasıyla birlikte yeniden gündemi teşkil etmeye başlamıştır.

20 Ekim 1991 seçimleri öncesinde siyasi, partilerin memurların önemli bir beklentisi olan sendikalaşmaya izin verileceğine ilişkin vaatleriyle iyiden iyiye ısınan sendika konusu, dindar-muhafazakâr kesimde de tartışılmış ve bu hususta hazırlık çalışmaları başlatılmıştır. Yapılan toplantılarda bu işe liderlik yapacak donanımlı, lider özellikleri olan, tanınmış bir kişinin gerekliliği ortaya çıkmış ve ilk akla gelen isim Mehmet Akif İnan olmuştur. Önemli ölçüde Hak-İş’te sürdürülen memur sendikaları kuruluş çalışmalarına Mehmet Akif İnan2ın dâhil olması ve Genel Başkan oluşu ile ilgili Salim Uslu şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “1991 Aralık ayında isimler üzerinde durmaya başladık.

İlkeli, idealist, birleştirici vizyonu, karizması olan bir lidere ihtiyaç vardı.

Genel başkandan çok lider…

Kucaklayıcı, sürükleyici..

Önce bir öğretmen sendikası olacaksa, tabii aklımıza ilk gelen ve hepimizin üzerinde ittifak ettiği rahmetli Akif Hoca oldu.

Hoca, tüm nitelikleri ile aranan isimdi.

Yalnız bir soru vardı; kabul eder mi?

Hüseyin Tanrıverdi ile telefon ettik; Fen Lisesi lojmanlarında (evinde) idi. Balgat’a gidip Hoca’yı Hak-İş’e getirdik.

Konuyu ilk açtığımızda “Fikir güzel, ihtiyaç var, ama benimle olur mu?” diye tepki verdi. Peşpeşe takip eden görüşmelerde şiir, kitap, makale, eğitimcilik mazeretlerinin fayda etmediğini gördü. Hepimizin ortak kanaati ve talebi Hoca üzerinde yoğunlaşınca kabul etmek zorunda kaldı.”[15]



XI

Mehmet Akif İnan, ‘aranan adam’ olarak sendika kurma sürecine dâhil olmuş ve 14 Şubat 1992 tarihinde Eğitimciler Birliği Sendikası (Eğitim-Bir) Mehmet Akif İnan’ın Genel Başkanlığında kurulmuştur. 9 Haziran 1995 tarihinde ise Memur-Sendikaları Konfederasyonu (Memur-Sen) kurulmuş, Mehmet Akif İnan, vefat ettiği 6 Ocak 2000 tarihine kadar her ikisinin Genel Başkanlığını yürütmüştür.

Mehmet Akif İnan’ın sendikacılığı da edebiyat, kültür ve sanat adamlığını şekillendiren güçlü referanslara dayanır. Sendikacı Mehmet Akif İnan, inanmışlık ve adanmışlığın yerli, bin yıllık medeniyet kodlarıyla şekillenmiş değerlerle mücehhez bir liderliğe nasıl dönüştürüleceğinin timsalini ortaya koymuştur. Zor zamanlarda öne düşmesi, riskler üstlenmesi, maddi ve manevi fedakârlıklar ortaya koyması, kuruluş aşamasında elli iki yıllık sosyal sermayesini Eğitim-Bir-Sen ve Memur-Sen’in hamuruna katması, bugün Mehmet Akif İnan’ın sendika başlığı altında da gönüllerde derin izler bırakmasını sağlamıştır.


Mehmet Akif İnan’ın kurduğu Eğitim-Bir-Sen bugün Türkiye’nin en büyük sendikası, Memur-Sen de Türkiye’nin en büyük konfederasyonudur.  “Milli Eğitim Bakanı olmaktansa en büyük sendikanın genel başkanı olmayı tercih ederim” diyen Mehmet Akif İnan, sivil alandaki nitelikli bir yapının önemini idrak etmiş ve çalışmalarını böyle bir yapının inşasına teksif etmişti. Onun bu arzusu, sendikacılıkta onun açtığı yoldan yürüyen ve sendikacılığı onun ortaya koyduğu ilkeler çerçevesinde icra eden muakkiplerinin çalışmalarıyla gerçekleşmiş ve 500 bin üyeye yaklaşan Eğitim-Bir-Sen, 1 milyonu aşan Memur-Sen ailesi vücuda getirilmiştir. Mehmet Akif İnan’ın en büyük eseri Eğitim-Bir-Sen ve Memur-Sen’dir. Bu eser, ışığını Mehmet Akif İnan’dan ve diğer öncülerden alarak bugün Türkiye’de demokrasinin, insan haklarının, emeğin en büyük savunucusu olmuş, bunun yanında dünyadaki mazlum Müslümanların en büyük sığınağı haline gelmiştir.

26 Mayıs 2017 Cuma

LİDER ÖĞRETMEN

LİDER ÖĞRETMEN
Lider:Gücü, ünü ve toplumsal yeri dolayısıyla, belli zaman ve durumlar içinde, ilişkili bulunduğu küme veya toplumun tutum, davranış ve etkinliklerini değiştirip yönetme yeteneğini gösteren kimse, önder, şef, alemdar.
Öğretmen:Mesleği bilgi öğretmek olan kimse, hoca, muallim, muallime.
Cahillik her kusurun anasıdır. Bir ülkenin geri kalmışlığının, ekonomik anlamda yoksulluğunun, toplumsal hoşgörüsüzlüğünün, sivil toplum kültürünün olmayışının, toplumsal ahlâk yoksunluğunun; velhasıl her bozukluğun arkasında eğitimsizlik vardır. Evliya Çelebi, “her şeyin ilmi, cehlinden yeğdir”, der.
Kıtaları çarşaf keser gibi kesip aşan atalarımız, sadece kılıç gücüne sahip değildi. İlim, irfan, kitap, bilgi, ilim adamına saygı da onlardan sorulurdu. Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’da bulunan Süleymaniye Kütüphanesi, hâlen dünyanın en zengin yazma eserler kütüphanesidir. Velhasıl Kanunîlerin, Fatihlerin, Yavuzların torunları, bilgisizlik hastalığına sonradan yakalandı.
Cahil bir toplumun kalkınmasını beklemek gerçekçi değildir. Ve dolayısıyla bilgisiz insanların ülke kalkınmasına katkıda bulunmasını beklemek de imkânsızdır. Bilgisizliğin kati ilâcı ilimdir. İnsanları, bilgisizlik karanlığından kurtaracak olan ise öğretmenlerdir. Marifet, iltifata tabidir.
ÖĞRETMENİMİZ, MESLEĞİNİ DÜNYA ÇAPINDA YAPMALI
Her meslektaşımız görevini yerine getirirken Amerikalı, Kanadalı, Japon, Alman meslektaşları ile yarışmaktadır. Eğitimde dünya ile yarışmayan bir millet; bilim, teknoloji, ekonomi, ahlâk, sanat ve medeniyet alanında da yarışamaz ve ezilir, sömürülür. Her öğretmen kendi alanı ile ilgili uluslararası gelişmeleri yakından takip etmeli ve öğrencilerini dünya ile yarışa hazırlamalıdır.
ÖĞRETMEN KENDİNİ YENİLEMELİ
 Öğretmenlik sevgi, fedakârlık ve özveri üzerine kurulu bir meslektir. Hiçbir mesleğin, insanı yeniden yoğurma, iyi bir ahlâk kazandırma ve geleceğe en iyi şekilde hazırlama gibi kutsal ve zor bir misyonu yoktur. Marangozu düşünelim. Onun işi ağaca kapı, pencere, masa, sandalye vb. şekli vermektir. Ağaç ve tahta, marangoza direnmez. Doktorları düşünelim. Hastalar, doktora ihtiyaçları olduğunu bilir; muayene olurken, ameliyat edilirken ona yardımcı olur. İstisnalar dışında hastalar doktora direnmez. Fakat öğrenciler, istisnaları dışında, öğretmenlere direnirler. Verilen ödevleri yapmayan, dersine günü gününe çalışmayan, sınav sırasında kopya çeken öğrenci sayısı az değildir. Özellikle gündemden uzak, hayatın gerçeklerinden kopuk müfredat programları, (Amerika’da yapılan bir istatistiğe göre, müfredat programları öğrencilerin %60’ının ilgisini çekmiyor.) çocukların ilgisini çekmemekte, kendisine anlatılanları çoğu zaman faydalı bulmayan öğrenci, öğretmenlere direnmektedir. Direnme en pasif hâliyle ders çalışmamak şeklinde ortaya çıkar. Derste konuşma, gürültü yapma, öğretmene karşı gelme, okul kurallarına uymama, yönetmelikleri çiğneme, bir çeşit direnme biçimi olarak algılanmalıdır.
Direnme ile karşı karşıya kalan öğretmen, iki seçenekten birini yapar:
a. Öğrenciye boyun eğdirmek için baskı uygular.
 b. Öğrenciyi ikna yolunu seçer.
Anlatılan derslerin kendisine faydalı olduğunu; tembelliğin, direnmenin, disiplinsizliğin kendisine faydası olmadığını öğrenciye anlatmak, ikna yolunu seçmek demektir. Bu yolu, ancak lider öğretmenler tutabilir. Anne ve babanın eğitime katılmadığı yerlerde, öğrenciyi ikna etmek; yani lider öğretmen olmak hiç de kolay değildir ama tutulacak tek yol budur. Not tehdidi, dayak, disiplin kurulu ve okuldan uzaklaştırma yoluyla öğrenci üzerinde baskı kurulabilir. Fakat baskı, hiçbir yerde eğitimin kalitesini artırmaz ve çocuklar üzerinde nadiren olumlu etki bırakır. Çoğu zaman, direnen öğrenci, bedelini ödemeyi göze alır. Bu bedel okuldan atılmak olsa bile. Ödüller, eğitimin kalitesinin artmasında disiplinden daha etkilidir. Öğrenci, ödüle karşı direnmez, ama dayak ve cezaya direnir.
İyi bir öğretmen şu niteliklere sahip olmalıdır:
 1. Mesleğini çok sevmeli. İdealist olmalı.
 2. Öğrencilerini, kendi çocukları gibi sevmeli.
3. Eğitim metotlarını bilmeli.
 4. Öğrenci psikolojisini bilmeli.
5. Sınıf psikolojisini ve toplum sosyolojisini bilmeli.
 6. Eğitimin mantığını bilmeli ve bunu öğrenciye kavratabilmeli.
7. Sabır taşı olmalı
8. Fedakârlıktan kaçınmamalı. Dersi derste bitirmemeli. Okul bahçesini, koridorları, sokakları da sınıf olarak görmeli. Gerekirse öğrencinin evine kadar gitmeli, gerektiğinde öğrenciyi evine davet edebilmelidir.
 9. Mesleğiyle ilgili yeni metotları öğrenmeli.
 10. Arkadaşları ile takım çalışması yapabilmelidir.
 11. idare ile iyi ve sıkı diyaloglar geliştirmeli.
12. Dil öğrenmeli. Yeni kültürleri tanımaya meraklı olmalı
13. Çok okumalı. Her ay en az iki kitap bitirmelidir.
14. Eğitimle ilgili seminer, konferans, panel vb. çalışmaları takip etmelidir.
15. Sürekli kendisini yenilemelidir.
16. Demokrat olmalı, öğrencileri kişilikli ve kimlikli yetiştirmelidir.
17. Çocuklara okuma, araştırma, bilgi edinme aşkı vermelidir.
18. Ezberci değil, yetenekleri geliştirici bir eğitim metodu takip etmelidir.
 19. Çocukları geleceğe hazırlamayı hedef edinmelidir.
20. Sivil toplumun bir bireyi olmalı ve öğrencilerini sivil toplum örgütlerine üye olmaya yönlendirmelidir. Medeni cesaret sahibi olmalı ve öğrencilerini cesur yetiştirmelidir.

21.Mevzu vatan savunması, milletin iradesine sahip çıkmak olduğunda, tıpkı 15 Temmuz hain darbe girişiminde olduğu gibi en önde olmalıdır. En ileride olmaktan korkmamalı, kaçınmamalıdır!

17 Şubat 2017 Cuma

MEHMET AKİF İNAN

DÖNEMİN VE BÖLGENİN ÖZELLİKLERİ
Mehmet Akif İnan’ın yaşamını ve edebiyatçı kimliğini irdelemek için önce hayatının safahatının ele almak ve hangi zaman diliminde nerede bulunduğuna bakmak ve hangi çevrenin etkilerine maruz kaldığını tespit etmek gerekir.
Mehmet Akif İnan, 1940 yılında Urfa’da dünyaya gelmiştir. 1939 – 1945 yılları arası 2. Dünya Savaşı’nın yaşandığı, savaşın olumsuz etkilerinin bütün dünyayı kasıp kavurduğu yıllardır. 2. Dünya Savaşı’nın ardından Batı’yla uyumlu bir politika izlemeyi tercih eden ya da paylaşımda Batının hissesine düşen Türkiye’de, 1946’da çok partili yaşama geçilmiş, 1950 yılında seçimle Demokrat Parti’nin millet eksenli iktidarı başlamıştır.
Türkiye Cumhuriyetinin ilanının ardından devletin yeni rejimine göre bir millet meydana getirme ameliyesi 1946 yılında çok partili yaşama geçinceye kadar yaklaşık 25 yıl devam etmiştir. Milleti biçimlendirme merkezden taşraya doğru gerçekleştirildiği ve radyo gibi kitle iletişim araçları çok yaygın olmadığı için Urfa geleneksel yapısını koruyabilmiştir.
Urfa’nın masuniyeti ve içine kapanık bir şehir olması dolayısıyla geleneksel kültür örselenmemiş, toplumsal değişim çok yavaş gerçekleştiği için yüzyılların birikimi yeni kuşaklara rahatlıkla aktarılabilmiştir.
Urfa’ya hakim olan kültü, sokakta, çarşıda, pazarda teneffüs edilen kültür, İslam kültüründen neş’et eden geleneksel kültürdür.

1.
Şair, yazar, gazeteci, eğitimci, sanat, fikir ve eylem adamı Mehmet Akif inan… Hicret Şairi Mehmet Akif İnan, Kudüs Şairi Mehmet Akif İnan, Ağabey Mehmet Akif inan, Derviş Mehmet Akif İnan, Teşkilatçı Mehmet Akif İnan, Sendikacı Mehmet Akif İnan… O, şüphesiz Urfa’nın son yüzyılda yetiştirdiği en önemli isimlerden biri. Altmış yıllık hayatına büyük işler sığdırmış. Az ama öz yazmış. Yazıları, konferansları ve teşkilatçı yapısı ile bir neslin yetişmesinde büyük roller üstlenmiş ki o nesil 200’li yıllarda ülkemize yön vermekte.
Kurduğu sendika ve konfederasyon bugün bir milyonu aşan üyesi ile ülkemizin en büyük en güçlü sivil toplum örgütü.
Hayatı boyunca inandığı davanın mücadelesini vermiş ve fakat sadece düşünce planında kalmamış, inancını hayata aktarmada da örneklik teşkil etmiş. Bir aşk ve gönül adamı, bir güzel insan. Adamlığın ne demek olduğunu yaşayarak gösteren dört dörtlük bir adam.
Bu dünyaya şekil vermeye çalışmış ama dünyevileşmemiş, gönlü hep ötelere sevdalı olarak yaşamış.
Dikleşmeden dik durmasını bilen, haksızlık karşısında asla susmayan, sadece içinde bulunduğu çevrenin değil, her düşüncedeki insanın hakkını, hukukunu korumaya çalışan ve bunu bir vasiyet gibi takipçilerine bırakan büyük bir insan…

Türkiye’de İslami gelişimin ana dinamiklerinden birinin Necip Fazıl’ın öncülüğünü yaptığı Büyük Doğu Mektebi olduğunu ve bu mektebin en has üyelerinden birinin de Mehmet Akif İnan olduğunu ifade eden Yazar Mehmet Şarmış, “Daha ilk gençlik yıllarından itibaren inandığı davaya hizmet etmeyi şiar edinmiş ve ömür boyu hiç zikzak çizmeden davasının mücadelesini vermiştir. İnan, şiir, dergi ve gazetelerde yazar, öğretmenlik ve son olarak sendikacılık yapmıştır. Nerede bir hizmet var, nerede bir davet var hiç yüksünmemiş, hiçbir dünyevi çıkar beklemeden oraya koşturmuş, yapılması gerekenin en iyisini yapmaya çalışmıştır. Şiirde klasik edebiyatımıza yeni bir soluk kazandırmış, yazıları ile topluma yön vermiş, öğretmen olarak binlerce idealist öğrenci yetiştirmiştir. En zor zamanlarda ülkenin hemen hemen her tarafını dolaşmış, binlerce kişiye konferanslar vermiş, en cesur söylemlerde bulunmuş, özellikle gençlerin yetişmesi ve ülkenin geleceğine el koyması için çırpınıp durmuştur. Aktif siyasete girmese de siyasetten de geri durmamıştır. Hiçbir şahsi beklenti içine girmeden o alanda da emeğini esirgememiştir.
 Hayatta iken Hicret ve Tenha Sözler adıyla iki şiir; Edebiyat ve Medeniyet Üzerine ve Din ve Uygarlık adlarında iki deneme kitabı yayınlamış, vefatından sonra kurucusu olduğu Memur-Sen dergi ve gazete yazılarından oluşan yedi kitap daha yayınlamıştır. (Söyleşiler, Edebiyat Kültür ve Sanata Dair, Mirası Kuşanmak, Siyaset Kokan Yazılar, Aydınlar Batı ve Biz, İslam Dünyası ve Ortadoğu, Cumhuriyetten Sonra Türk Şiiri)” dedi.
2.
Yakın tarih hakkında cesur değerlendirmeler yapıyordu.
Sendikal çalışmalar yapmak için zor günlerdi o günler. Maddi sıkıntıların ötesinde ‘bizim’ dediğimiz kesimin ilgisizliğine canımız çok sıkılıyordu. Bir keresinde 40-50 kişiyi tek tek telefon ederek davet etmiştim. Yiyecek, içecek ikramlar hazırlamıştık. Güzel bir başlangıç yapacaktık. Ancak tek bir kişi bile gelmemişti. Üzüldüğümü görünce ‘aldırma’ dedi, ‘bozma moralini, geçecek bu günler, alışacağız.’ Bazen kendisi de, bu işi yapacak birilerine devredip kendi işine dönmek istiyordu. Ama kendisinden daha ehil birileri çıkmadığı için işi bırakamıyordu. Direniyordu, umutluydu, umutlarını yakın çevresine aşılamaya çalışıyordu. Sendikaya gelenlerin çoğu edebiyat çevresinden dostlarıydı. Sohbetin merkezinde hep o olurdu.
3.
Her insanın hayatında, ailesinin ve çocukluğunun, doğduğu yerin ve içinde yetiştiği çevrenin önemli bir yeri vardır. Yaratılıştan gelen özellikler, içine doğulan bu çevreden aldığı etkilerle birleşerek kişiliğini oluşturur ve büyük ölçüde hayatına yön verir.
Mehmet Akif İnan’ın kişiliğinin oluşmasında, ailesinin ve hatıralarını dinleyerek büyüdüğü atalarının etkisi tabiidir.
Evce okumayı severdik. Babam her çeşitten kitap okurdu. Doğu ve Batı klasiklerinin önemli eserlerini bitirmiş biriydi. Ayrıca çağdaş yazarları da tanırdı. Şeyh
Sadi’den Shakespear’e, Geothe’den, Hamid’e, Akif’e, Necip Fazıl’a, Nur Risalelerine varıncaya kadar zengin bir okuma alanına sahipti babam. Sebilürreşat’tan Büyük Doğu’ya, oradan magazin dergilerine kadar eve birçok dergi taşırdı. Evimize gazete gelmedik gün olmazdı. Yurt ve dünya olayları yakında izlenirdi.
Ailesi ve atalarıyla ilgilli bilgilerden Akif İnan ile ilgili birçok ipuçları bulmak mümkündür. İnanca bağlılığı, Batı ve Sol karşıtlığı, kitap okumaya düşkünlüğü, cçmertliği, mala ve makama tamah etmemesi gibi.
4.
Çocukluk ve gençlik yıllarını yaşadığı Urfa, Akif İnan’ın duygu ve düşüncelerini derinden etkilemiş ve ileride olgunlaşacak sanatının alt yapısını oluşturmuştur. Urfa’nın Akif üzerindeki etkisi, hem dostları hem kendisi tarafından her fırsatta vurgulanmıştır.
Urfalı dışarıyı bilmezdi. Gördüğü Antep, yediği pekmez. Urfa’ya ilk lise 1946 yılında açılmıştır.
Türkiye çok partili siyasi hayata1946’da geçmiştir. 1950’ye kadar tek parti egemenliği vardı. Koyu bir devletçilik izleniyordu her alanda. Siyasi, ekonomi ve insan hakları konusunda serbestliğe çok kapalı bir toplum. Adı cumhuriyet fakat özü şeflik olan bir yönetim.
……
Bu sosyal siyasal ortam, Akif İnan’ın hayatında çok belirleyicidir.  Daha ilk gençlik yıllarından itibaren ülkeyi bu duruma getirenlere karşı cephede yer almış; ömrü boyunca bunun mücadelesini vermiştir. Batı’dan ithal bu ideoloji, özellikle de onun ülkemizde zorla uygulanan çok kötü kopyası ve onunla mücadele oluşturur. Şiirinin zeminini de bu mücadele şekillendirmiştir. ‘Anamı sorarsan Büyük Doğu’dur / Batı ki sırtımda paslı bıçaktır.’
5.
Akif İnan’ın çocukluğu ve ilk gençlik yılları, kiracı oldukları için farklı evlerde geçmiştir. Doğduğu evden sonra Zincirli Kapı Mahallesine,  kıs bir süre sonrada Su Meydanı Mahallesine taşınırlar. Bu mahallede üç farklı evde yaşamışlar. Hepsi, Akif İnan’ın ömür boyu özlemini duyduğu avlulu ve bahçeli evler.
Dönüştür ey kalbim bahçeli eve
Anlamı ezen o makinaları
6.
Urfa Lisesi bünyesinde bulunan ortaokula kaydoldu. Üçüncü sınıfta bir yıl kaldı. Ertesi yıl geçip liseye devam etti.
Yaz tatillerinde genellikle babasının bir arkadaşının kitapçı dükkânında (Hulusi Kitapevi) çalışmıştır. Bir tatilde ise Çiftçi Mallarını Koruma Derneğinde çalışmıştır.
7.
Çocukluğunda birkaç hastalık ve kaza geçiriyor. Bundan dolayı biraz cılızlaşıyor.
Kendinden 2 yaş küçük kardeşi Ali ile aynı sınıfa gidiyor. O benden daha çalışkandı. Zaten ben hiçbir zaman öyle hım şahım bir öğrenci olamadım. Eh düşe kalka idare ederdik. Çocukluğumda hatta delikanlılığımda oldukça duygusal, içe dönük ve romantik biriydim. Biraz da inatçılığım vardı. Bir hayli de kavgacıydım. O yaşlarda çok döğüşlere girmişliğim vardır. Bu dövüşçülük, lise döneminde spora, özellikle güreşe bulaştırdı. Lisede güreş takımının kaptanıydım.
8.
1950’den itibaren Türkiye’nin girmiş bulunduğu değişme süreci, herkesin üzerinde etkili oluyordu. Yavaş yavaş siyasi ve fikri bir uyanma başlamıştı. Aydın ve halka giderek üzerindeki korkuyu atıyordu. Çok partili hayat, insanlarımızı değişik fikirler savunmaya, inançlarını konuşmaya biraz fırsat vermişti. Farklı gazeteler ve dergiler çıkıyordu. Ben okuma seven bir aileden geldiğim için bu yayınları takip ediyordum. Çevremin ve ailemin muhafazakâr oluşu kişiliğimde de yerini bulmuştu. Bu kişiliğin üzerine yayınlar da eklemeye başlayınca daha sosyal bir alana doğru yol alıyordum. Benim gibi olan sınıf arkadaşlarım vardı. Birbirimizi etkiliyorduk. Hepimizde okuma tutkusu vardı. Doğu’nun ve Batı’nın Türkçeye çevrilmiş klasiklerinin belli başlılarını hızla deviriyordum. En sıkışık günlerimde bile 6 -7 saat verebiliyordum okumaya. Tatil günlerinde bu bazen 10 saati buluyordu.
Kurre Muhammed Hafızdan Arapça, farsça ve aruz dersleri almıştır. Amacı babasının kitaplığında bulunan Arapça ve Osmanlıca kitapları okumaktır. Sebilürreşat ve Sırat_ı Müstakim okumak için de Osmanlıca dersleri almıştır.
Okul, hem ortam olarak, hem zaman olarak, konuşmaya, tartışmaya, yeterince uygun değildir. Bu yüzden arkadaşlar kendi aralarında Urfa usulü gezmeye karar verirler. İlk sıra gecesi (gezmesi) Akif İnan’ların evinde gerçekleşir. O dönemde yayın az, kitap az ve kendilerine öncülük edecek, yol gösterecek kimseleri yok. Bu yüzden kendi kendilerini yetiştirmek üzere bir program yaparlar. O gruptan olup ömür boyu Akif İnan’la yol arkadaşlığını sürdüren Zübeyir Yitik, yaptıkları programla ilgili şu bilgileri vermektedir. ‘Gecenin ilk yarım saati günlük konuları konuşacağız. Ardından bir sat hafta içinde okuduğumuz yazı ya da kitapları birbirimize aktaracağız. Sonraki bir buçuk saate iki gruba ayrılıp kendi aramızda münazara yapacağız. Bu programı gerçekten uyguladık.’
Bir yandan da yazma hevesim başlamıştı. Mahalli gazetelerde bir uçtan yazıları çıkardı. Özellikle Demokrat Urfa Gazetesinde yazıyordum. Benim gibi yazıya meraklı arkadaşlarımdan Abdülkadir Billurcu, Zübeyir Yetik ve Nihat Armağan’la birlikte Derya adlı bir gazete de çıkarmaya başladık. Hepimiz lise son sınıf öğrencileriydik. Çevremizde rahmetli Mehmet emin Balyan, Sabri Arslan ve İbrahim Kızılgöl arkadaşlarımız da vardı. Okul dışından Nabi Kılıçoğlu, Cemal Kayar, Ahmet Rüzgar gibi destekçi ya da yazar arkadaşlar da bizimleydi.
9.
Demokrat Urfa Gazetesinde Hakiki Köşem üst başlığıyla Rahavi mahlası ile şiir ve yazılar yazar. Derya Dergisinde Cemal Kayar adını kullanmaktadır. (bana da söz et haberim olsun)
10.
Derya Dergisinin ülkenin dört bir yanına değişik düşünce ve aksiyon adamlarına gönderdikleri gibi Barla Kasabasında sürgünde bulunan Said-i Nursi’ye de gönderirler. Bediüzzaman’ın kardeşim Akif diye başlayan bir mektup ile cevap verir. Babası bu mektubu saklı tutar, zarar görmesinler diye.
11.
URFA’DAN MARAŞA
Lise son sınıfta iken meydana bir olaydan dolayı okuldan ayrılmak zorunda kalmıştır. Tarih öğretmeni Hamido…..
MARAŞ DÖNEMİ
1959 yılının Şubat ayında Maraş’a gider. Maraş, Akif İnan’nın anne tarafından birçok akrabasının bulunduğu, daha önce de ailecek zaman zaman gidip geldikleri bir yerdir. Burada dayılarının evinde kalmıştır. Anne tarafından akrabalarına ait olan ve bugün Dedeoğlu Konakları diye bilinen birbirine bitişik ve üç ahşap konak, sonraki yıllarda belediyeye devredilmiş ve belediyece restore edilerek sosyal ve kültürel hizmetlere tahsis edilmiştir. Mehmet Akif İnan’ın kaldığı oda da onun fotoğraf ve eşyalarının sergilendiği mini bir müze olarak tanzim edilmiştir.
Maraş Akif İnan’ın hayatında önemli bir dönüm noktasıdır. Ömür boyu beraber olacağı arkadaşlarıyla burada tanışmıştır.
Alaeddin Özdenören (sınıf arkadaşı ve diğeriyle tanıştıran kişi)
Rasim Özdenören
Erdem Beyazıt
Cahit Zarifoğlu
Hepsi Urfa’dan gelen, aruzla şiir yazan bu yeni arkadaşı hayretle karşılar, merak eder ve tanışmak isterler. Akif İnan’da aynı istek olunca kısa zamanda tanışırlar ve kaynaşırlar.
Bu arkadaş grubu, bizim edebiyat tarihimizde örneği pek görülmeyen bir birliktelik sergilemişlerdir. Bundan böyle adları hep birlikte anılacaktır. Farklı üniversitelerde okusalar, farklı türde eser verseler, farklı meslekleri sürdürseler, zaman zaman farklı şehirlerde yaşasalar, farklı türlerde eserler verseler, farklı şiir ve edebiyat anlayışlarına sahip olsalar bile birbirine bağlayan çok önemli bir bağ vardır. İnanç, İslami hassasiyet… ve bu inancın etrafında oluşturdukları muhabbet, dostluk ve kardeşlik… Bu Birliktelik, ileride edebiyat dünyamızda derin izler bırakacaktır.
Ekipteki arkadaşlar, şair ve yazar Şeref Turhan’ın kitapçı dükkânında, çay bahçelerinde bir araya gelip sohbetler yaparlar. Aralarına Ahmet Beyazıt, Sait Zarifoğlu, Hasan Seyithanoğlu gibi sanat ve edebiyat meraklısı arkadaşlar da katılırlar.
Bu buluşmalarda sık sık Nuri Pakdil’den söz ederler. Nuri Pakdil Maraş lisesinde öğrenci iken çıkarmış olduğu Hamle Dergisini dillerinden düşürmezler.
Nuri Pakdil Maraş’a geldiğinde Mehmet Akif ile tanışırlar. Aralarında büyük bir dostluk başlar. Nuri Pakdil’in Akif İnan üzerinde çok büyük etkisi vardır. Edebiyat dergisini çıkarmaya başladıklarında bu dostluk daha da pekişerek devam eder.
TAKİP EDİLEN YAYINLAR
Büyük Doğu, Serdengeçti, Varlık, Yedi Tepe, Türk Düşüncesi, Dost,
Yenilik, Türk Dili, Salkım vb.
NECİP FAZIL KISAKÜREK İLE TANIŞMA
Mehmet Akif İnan’ın hayatında önemli bir yere sahip olan Necip Fazıl Kısakürek ile tanışması da ilk olarak Maraş’ta, Üstat bir konferans için geldiği sırada gerçekleşmiştir. Ama esas tanışma ve yakınlaşma Ankara’da olacaktır.
Akif İnan zamanının çoğunu okumayla ve bu tür faaliyetlerle geçirdiği için dersleriyle yeterince ilgilenmemiş ve bir kez daha sınıfta kalmıştır. O sıralarda yürürlükte olan yönetmelik gereği bir yıl bekleyecektir. (1959-1960) bundan dolayı bir yıl Urfa Yavuz Selim ilkokulunda ücretli öğretmenlik yapmış ve ilk öğretmenlik deneyimini burada yaşamıştır.
27 MAYIS DARBESİ
Yazmış olduğu yazılar, çevresi ve ailesinin Demokrat Partiye destekliyor olmasından dolayı 40 gün kadar askerler tarafından takip edilmiştir.
1961 yılında liseden mezun olmaya hak kazanır.
YEDİ GÜZEL ADAM
Akif İnan ve Maraş’ta tanıştığı arkadaşlarıyla ileride ‘Yedi Güzel Adam’ olarak anılacaktır. Aslında bu ifade Cahit Zarifoğlu’nun bir şiirinin ve bu şiirin geçtiği kitabının adıdır. Şair ‘Bu insanlar dev midir / Yatak görmemiş gövde midir’ dizeleriyle başlayan bu uzun şiirinde, yedi bölüm halinde yedi güzel adamdan bahseder. Kimdir bu güzel adamlar? Cahit Zarifoğlu’nun bütün şiirleri gibi çok soyut olan şiirlerinden kimlerin kastedildiği açıkça belli değildir. Bazıları Kur’an-ı Kerim’de sözü geçen ve makamları Maraşta bulunan Yedi Uyurlar/ Ashab-ı Kehf olduğunu, bazıları şiirde Peygamber Efendimizden, Hz. Musa’ya, hatta Sultan Abdülhamit’e kadar göndermeler olduğunu iddia etse de, Edebiyat Dünyası Yedi Güzel Adamın birbiriyle yakın dost olan yedi edebiyatçı olduğunu kabul etmiş ve bu şekilde meşhur olmuştur.
Ama yedi kişinin kimler olduğu da tartışmalıdır. Beşi herkes tarafından kabul edilir.
Cahit Zarifoğlu
Erdem Beyazıt
Rasim Özdenören
Alaeddin Özdenören
Mehmet Akif İnan
………
Nuri Pakdil ve Sezai Karakoç öne çıkar.
Mavera Dergisinin kurucuları olan yedi kişidir deyip Ersin Nazif Gündoğan ve Bahri Zengin olduğunu söyleyenler de, Hasan Seyithanoğlu, Sait Zarifoğlu, Ali Kutlay başka isimleri de öne sürenler olmuştur.
Nuri Pakdil, verdiği bir röportajda ‘Tarih bir daha Yedi Güzel Adamların dostluğunu, arkadaşlığını, kardeşliğini kolay kolay göremeyecektir’ diyerek onları şu şekilde tanıtır.
Yedi Güzel Adam olarak nitelenen bizler, gerçekten, övünmek gibi olmasın, olağanüstü bir arkadaş topluluğuyduk.
Nuri Pakdil: Devrimciliği, yenilikçiliği, çok modern bir anlatıcılığın vuruculuğunu;
Mehmet Akif İnan: Eski edebiyatımıza vukufiyeti;
Rasim Özdenören: İtidali
Erdem Beyazıt: Beyazıtoğullarının bey tavrını.
Alaeddin Özdenören: Şiirde ve tavırda deli fişekliği
Cahit Zarifoğlu: içimizde en artist kişiliği
Hasan Seyithanoğlu:  Arkadaşlarını kanatları altına alan baba tavrını temsil ediyordu.
Aslında, Akif İnan dahil, ‘bu güzel adamlar’ bu isimlendirmeyi reddetmemekle beraber, hiçbir zaman çok da sahiplenmemişler ve sorulmadığı zaman kendileri dile getirmemişlerdir. Ama bu ifade edebiyat çevrelerinde ilginç bulunmuş ve çokça dillendirilmiştir.
Bu arkadaş grubunun yazma merakı ve birbirleri ile olan ilişkileri bir dizi film halinde Nisan 2014 TRT1’de ‘Yedi Güzel Adam’ adıyla yayınlanmaya başlamıştır.
Akif İnan, hep bu Yedi Güzel Adam’dan biri olarak anılacaktır.
ANKARA YILLARI
O yıllarda her üniversite, giriş sınavını ön kayıt yoluyla kendisi yapmaktadır. Akif İnan da birçok arkadaşı gibi önce İstanbul’a gitmiş ve orada okumanın yolarını aramıştır. Burada kaldığı birkaç ay boyunca Nuri Pakdil, Erdem Beyazıt, Rasim Özdenören, gibi arkadaşlarıyla birlikte olmuş, fırsat buldukça da sosyal faaliyetleri izlemeye çalışmıştır.
Bir ara Rasim özdenören ile gezinerek Yenikapı’ya kadar gidip bir çay bahçesinde otururlar. Sohbet sırasında Akif inan, ‘Rasimciğim, Sana Haşim’den okuyayım mı? Haşim’i sever misin? Diye sorar. O da bundan memnun olup ‘Oku Akifciğim’ der. Ve Akif İnan başlar okumaya. Bir, iki, üç, beş, onbeş, derken akşam olur Haşim’in seksen şiirini ezbere okur.
Akif İnan daha sonra Ankara’ya gelir. Niyeti Hukuk veya İlahiyat okumaktır. Ancak eskiden beri tanıdığı hemşerisi Salih Özcan’ın ısrarlı tavsiyeleri üzerine Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesine kayıt olur. Ancak okul derslerine gösterdiği ilgisizlik burada da devam eder.
Bu ilgisizlik bilgi noksanlığından kaynaklanan bir sorun değil. Fakültede öğretilen bilgilerin hepsine vukufiyeti olduğundan kaynaklanıyor.
Prof. Dr. Celal Tarakçı, fakülteyi bu kadar uzun sürede bitirmesi ile ilgili olarak ilgi alanının fakülte dışında oluşundandır der. Sanıyorum, o millete hizmet edebilmek için diplomanın, belki gerekli ama yeterli olmadığına inanıyordu. (1964-1971)
HİLAL DERGİSİ HİLAL DERGİSİ

Akif İnan yazı ve şiirleri birçok dergide yayınlanmıştır ama hayatında dört derginin özel bir yeri vardır: Büyük Doğu, Hilal, Edebiyat ve Mavera… Ankarada üniversiteye başladığı zaman Hilal Dergisinde bulur kendisini. Hemşerisi Salih Özcan’ın 1985’ten beri çıkardığı Hilal, devrinin önemli İslam Dergilerinden biridir. Mehmet Akif İnan, 1962 yılında daha çok genç yaşta bu derginin müessese müdürlüğüne getirilir ve bu görevi 1964’e kadar sürdürür. Dergiciliğin yanında kitap yayını da yapmaktadır.

Dergide bazen kendi adıyla, bazen adının ve soyadının baş harfleriyle , bazen de Müslümoğlu, Mehmet Hulusi gibi takma isimlerle yazılar ve şiirler yayınlar.

TÜRK OCAĞI DÖNEMİ

Türk ocağı o dönemde milliyetçi çizgide faaliyet gösteren çok önemli bir kurumdur. Hasan Aksay Akif İnan’ı yanına alır. (1964-1969) Türk Ocaklarında önce müze ve kütüphane, sonra merkez müdürlüğü yapar.

EVLİLİĞİ

Akif İnan, dergilerde yayınlanan şiirleri dolayısıyla kendisi ile mektupla bağlantı kuran edebiyat meraklısı Sevim Hanımla 1962’de tanışmış, 1964’te nişanlanmış, 23.07.1965tarihinde de Uşak’ta sade bir törenle evlenmiştir. Uşaklı olan Sevim Hanım kendisi gibi edebiyat öğretmenidir. 1967 yılında tek evladı olan kızı Şakire Banu dünyaya gelir. Akif İnan, çok sevdiği kızı ile yakından ilgilenmiş, iyi yetişmesi için elinden geleni yapmıştır.

İLK SENDİKA GÖREVİ

Mehmet Akif İnan, geçimini sağlamak üzere 1969-1972 yılları arasında Ankara’da Türk Taşıt İşverenleri Sendikasında uzman olarak çalışmıştır.

EDEBİYAT DERGİSİ

Edebiyat Dergisinin, Akif İnan’ın özellikle şiir hayatında çok önemli bir yeri vardır.
1969’da Nuri Pakdil öncülüğünde çıkan derginin kurucuları, Akif İnan, Erdem Beyazıt ve Rasim Özdenören olup, başta Cahit Zarifoğlu, Alaeddin Özdenören, Bahri Zengin ve İsmail Kıllıoğlu olmak üzere çok sayıda ismin katılması ile yayını sürdürmüştür. Derginin babası Mehmet Akif İnan’dır.
Dergide özellikle edebiyatın önemi üzerinde durulmuş ve edebiyat – medeniyet ayrılmazlığı vurgulanmış, sanat ve edebiyat, islami bir anlayışla ele alınmıştır. İslam medeniyetiyle yoğrulmuş olan toplumumuza dayatılan Batıcılığa ve yabancılaştırmaya şiddetle karşı çıkılmış, kurtuluşun ancak yeniden kendi medeniyetimize ve yerli üşünceye dönmekle mümkün olacağı ileri sürülmüştür. Çıkış amacı sanatla başladı yurdumuzda yabancılaşmaya gene sanatla kalkacağız ayağa şeklinde özetlenmiştir. Bundan dolayı Edebiyat Dergisi, bazı çevrelerce yeni İslamcı akımın kümelendiği bir dergi olarak nitelendirilmiştir.

Mehmet Akif İnan, bir söyleşide Edebiyat Dergisinin İslami Edebiyat içindeki yeri şu ifadeleri kullanmaktadır: Edebiyat Dergisi ile bizim kesim ilk defa bir kora hareketine kavuşmuş oldu. Daha önce İslamcı çizginin sanatçıları Türk Edebiyatında solo yapıyorlardı.

Derginin yanında 30 kadar kitap da yayınlanmıştır.

Çıktığı zaman derginin dili büyük bir şaşkınlığa sebep olmuştur. O dönemde solcuların kullandığı öz Türkçe kullanılıyor diye sağcı ve İslamcı kesimler; muhteva islamidir diye de sol kesimler dergiden uzak durmayı tercih etmişlerdir.

Nuri Pakdil’e göre Antiemperyalist, antikapitalist, antimarksist, antifiravunist, sapına kadar İslam inancıma dayalı, islam düşüncesinden beslenen, yerli düşünceyi öne çıkaran bir dergidir Edebiyat.

ÖĞRETMENLİK HAYATI

Mehmet Akif İnan, 1972 yılında üniversiteden mezun olunca Uşak İmam Hatip Lisesine Edebiyat Öğretmeni olarak atanmış ve artık resmen Akif Hoca olmuştur.

1972’de Uşak’ta başlayan öğretmenlik hayatı, Sırasıyla 1975’te Ankara Üniversitesi Gazi Eğitim enstitüsü, !978 Demetevler Lisesi, !980’de tekrar Gazi Eğitim Fakültesi ve 1984’te Ankara lisesinde devam etmiştir. Son görev yeri 1986’da atandığı Ankara Fen Lisesi olup burada göreve devam ederken vefat etmiştir.

Görev yaptığı bütün okullarda öğrencileriyle yakın bir ilişki kurmuş, öğrencileri tarafından sevilen bir öğretmen olmuştur.

ASKERLİK DÖNEMİ

Askerlik görevini, 15 Temmuz – 31 Ekim 1975 tarihleri arasında İzmir Bornova’da yapmıştır.

MAVERA DERGİSİ

Akif İnan’ın hayatında önemli dergilerden biri de Mavera adlı aylık edebiyat dergisidir. Derginin isim babası Rasim Özdenören’dir.

İlk sayısı 1976 yılının Aralık ayında çıkan derginin kurucu isimleri, Akif İnan, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Erdem Beyazıt, Bahri Zengin, Alaeddin Özdenören ve Ersin Nazif Gündoğan’dır. Tüm kurucuların eşit miktarda söz ve hak sahibi olduğu bir dergidir bu.

Rasim Özdenören tarafından kaleme alınan ve ilk sayıda kamuoyuna duyurulan bir mektupta derginin çıkış amacı,  ‘son birkaç on yıldır çok büyük aşamalardan geçerek bugün reddi mümkün olmayan bir düzeye ulaşan yerli düşüncemizin edebiyatına yeni açılımlar getirmek’ olarak ifade edilmiştir.

Son sayısı 190’da olmak üzere toplam 164 sayı(14 cilt olarak) yayınlanarak kendi sahasında en uzun ömürlü bir sanat ve edebiyat dergisi olarak tarih tarihindeki yerini almıştır.

GAZETE YAZILARI

Mehmet Akif İnan’ın yazı ve fikir hayatında gazetecilik de önemli bir yer tutar.

İlk olarak Yeni Devir Gazetesinde yazmaya başlamıştır. Onu ve arkadaşlarını bizzat Ankara’ya gelerek Abdurrahman Dilipak ikna etmiştir. 1977 yılında yayın hayatına başlayan, İslami kesime, özellikle gençlik kesimine hitap eden, siyasi olmaktan çok kültürel bir nitelik taşıyan bu gazetenin, islami yayıncılık alanında çok önemli bir yeri vardır. Büyük Doğu, Edebiyat, Diriliş, Mavera gibi dergilerin gazete yansıması gibidir.
Akif İnan’nın gazete yazıları, onun mütefekkir ve aydın kimliğini açıkça ortaya ortaya koymaktadır. Her yazıda, dava sahibi bir Müslüman duruşu vardır. Dünyaya, insana, olaylara hep inancı ve davası açısından bakar. Günlük olayları değerlendirirken bile derin tarihi bir bakış söz konusudur. Yine her yazıda, klasik bir köşe yazarının ötesinde bir sanat adamı duyarlığı hissedilir. İslam dünyasının durumu, Müslümanların hali, sorunları ve çözüm yolları üzerine sağlam düşünceler ortaya koyar. Günlük siyasi olayları konu alan yazıları bile polemikten uzaktır. Sık sık edebiyat, şiir ve sanat konularında da yazılar yazmış, bu alanın ihmalinin diğer sorunlara sebebiyet verdiğini ifade etmiştir.         

Yazılarında hep, olaylara tepeden bakan bir bilge adam edası vardır. Gidişattan memnun olmayan, sorunları ve çözümlerini bilen, zaman zaman dertlense de hep umutlu bir bilge adam.

MÜRŞİDİNİ BULMASI

Akif İnan’ın, oldum olası derviş meşrep bir yanı vardır.1980 yılı başında Siirt’in Baykan ilçesi Arınç Köyünde irşad görevini sürdüren Şeyh Ali Arınci Efendiye intisap etmiş, ondan vekillik görevi almış, böylece tamamen tasavvufi bir hayata yönelmiştir. Ancak bu yöneliş, kendisini hayattan koparmak bir yana davasını hayata hakim kılma azmini daha da bilemiştir.

HAC GÖREVİ

1980 yılında şeyhinin iki oğlu ile beraber Siirt’ten karayoluyla 20-25 gün kadar süren Hac yolculuğuna çıkmış ve İslam’ın en önemli vazifelerinden birini yerine getirmiştir.

KONFERANSLARI

Mehmet Akif İnan, konferans vermeye daha Maraş’ta öğrenci iken vermeye başlamış ve hayatı boyunca devam etmiştir. 70’li yılları sonları 80’li yılların başlarında bu konferanslar çok yoğunlaşmıştır. Davet üzerine yurdun hemen hemen her tarafını gitmiştir.

1 Nisan !979 yılında Adapazarı’nda düzenlenen bir mitingde yaptığı konuşma ve 1980’lerin ortalarında  da Şanlıurfa’da verdiği bir konferansta dolayı gözaltına alınmış ve Devlet Güvenlik Mahkemelerinde yargılanıp serbest bırakılmıştır.

TELEVİZYON PROGRAMCILIĞI

Kanal7 televizyonunda kültür ve sanat üzerine haftalık sohbet programları hazırlayıp sunmuştur.

HAKK’A YÜRÜYÜŞÜ

Mehmet Akif İnan’ın sendikal faaliyetleri gittikçe genişliyor, kendisi de bu tempoya uymaya çalışıyor ve çok yoruluyordu. 1999 yılının Haziran ayında sendikanın Ankara’da bir miting sonrasında rahatsızlandı. Soğuk algınlığı ve zatürre teşhisi ile Gazi Üniversitesi Araştırma hastanesine yatırıldı. Sonraki günlerde akciğer kanserine yakalandığı ortaya çıktı. Uzun yıllar içtiği sigaranın etkisi ortaya çıkmıştı.

Bu arada hastalık hızlı ilerlemektedir. Tümör beyne sıçramıştır. O koca beyin giderek zayıflıyor, çöküyor. Son günlere doğru bilinci de kayboluyor ve artık kimseyi tanımamaya başlıyor.

Yanında bulunan Mehmet Sait Uluçay son anlarını şöyle anlatıyor: haber alır almaz hemen yanına gidildi. Başına hatimler defalarca Yasin’ler okundu. Okunan sureleri ayet ayet yaralı ciğerlerine çekiyor gibiydi. O ana kadar anlamsızca bir noktaya çakılmış, donuk, zayıf ve yorgun bakışları birden canlandı. Biriyle bakışıyordu sanki. Ve aniden gözlerinde beliren parlak bakışları ile kim bilir kimlere kur yapıyordu… Bu minval üzerine saat tam 01.55’te, son Yasin’in son sayfasını okuyordum ki, O, Kur’an’la girdiği seferini bitirmiş, yârine ulaşmış ve Leyla’sı ile hemhal olmuştu bile… O an gözüme ilişen takvim 06 Ocak 2000 Perşembe gününü gösteriyordu

Böylece, gönül ehli, Hak dostu, aşkın ve sevdanın şairi, Kadir Gecesinin arandığı Ramazan’ın bir sahur vakti hicret ederek, vuslata erdi.

Ertesi gün Cuma, bayramdan önceki gün. Yer Hasan Paşa Camii. Türkiye’nin dört bucağından gelmiş Akif İnan’ın dostları ve hemşerileri caminin içini dışını tıklım tıklım doldurmuş. Gelenler arasında Rasim Özdenören, Hasan Seyithanoğlu, Ramazan Kaplan, Erdem Beyazıt, Beşir Atalay, Fehmi Koru, Ahmet Hakan, Arif Altunbaş, Ahmet Bahçıvan, Bahri Zengin, Attila Maraş, Yasin  Hatipoğlu, Mehmet Sait Uluçay, nice milletvekilleri, sendikada dava arkadaşları ve halk…

YANKI
Toprak kuşatınca ten kafesini
Yeni bir günedir göçümüz bizim
Kalkarız rüyadan uyanır gibi
…….

KİŞİLİĞİ
Adımlarından karşısındakine güven telaki eden insanlardandı o. Yola beraber çıkılsa tehlikeleri ilk fark eden ve ilk göğüsleyen yiğit karakterli bir adamdı ve hal yaşam biçimine, denemelerine, konferanslarına ve şiirlerine sinmişti. Bir gönül adamı, 1000 yıllık medeniyet mirasının kalem işçisi, eğitimci, yayımcı ve sendikacı bütün bunlarla birlikte özüyle, sözüyle örnek bir insan…
Mehmet Akif İnan’ın en güçlü yanı kişiliğidir. Bir Şahsiyet / kişilik abidesidir.
Yakın arkadaşı Rasim Özdenören, bunu şu şekilde ifade eder: Hani öteden beri söylediğimiz bir söz var. Bazı insanlar yazılarını aşarlar, bazı insanlar yazılarının gerisinde kalırlar. Akif, yazısını aşanlardan biriydi. Yazılarında görünen Akif olduğundan çok azıdır.

Şükrü Karatepe de güçlü kişiliğe vurgu yapar: Toplumlarda her zaman bazı üstün nitelikleriyle diğerlerinden farklı olan ve öne çıkan insanlar bulunur. Bu insanlar ya eserleriyle ya da kişilikleriyle daha etkili olur ve kitleleri yönlendirirler. Akif İnan, eserlerinden çok kişiliğiyle etkili oldu ve örnek alındı.

Erdem Beyazıt: O, Maraş’a geldiği zaman yolunu bulmuş, oturmuş, kendine göre tasnif yapmış, bir dava sahibiydi.

Eskilerin heybetli dedikleri bir yapısı vardı.

Rasim Özdenören: Akif İnan yaradılıştan soylu bir insandı. Sevinçlerini etrafıyla paylaşır, derdini kimseye söylemezdi.
Ø  Güçlü bir kişilik
Ø  Şahsiyet abidesi
Ø  Arkadaşları arasından öne çıkan
Ø  Heybetli bir yapı
Ø  Geçmiş devirlerden kalan miras sahibi
Ø  Doğru bildiğini sonuna kadar savunan; o doğrudan ödün vermezdi
Ø  Kadirşinas, istikamet sahibi
Ø  Hakk’ın hatırını tutmak için gerekeni yapan
Ø  Gerekmedikçe kavga etmeyen, uzlaştırmacı
Ø  Davası ve arkadaşları için ön atılan, kendisi söz konusu olunca hep geride duran
Ø  Arkadaşlarını nefsine tercih eden
Ø  Sevinçlerini paylaşan, sıkıntılarını gizleyen
Ø   








4 Kasım 2016 Cuma

15 TEMMUZ

Günlük hayatımızda pek çok kelime kullanırız. Ne ki çoğunun anlamı üzerine hiç düşünmeyiz bile.

Her kelimenin bir hikayesi yoktur elbet. Bazı günlerin mutlaka bir hikayesi vardır. Kelimeleri öylesine öğreniriz. Olayları yaşarız. Öğrendiğimizin farkında olmadan öğreniriz. Yaşadığımız acı tecrübeler olayların vahim sonuçlarını anımsatır bizlere. Olaylar tecrübelerle yerleşir zihnimize. Ama bazı kelimeler, bazı kavramlar bir hikaye ile gelir yerleşir zihnimize.

Darbe evet, darbe kelimesi zihinlerimizdeki yerini her zaman korudu. Kimi zaman büyüklerimizden dinledik, kimi zaman okuduğumuz yazılarda hatırladık, kimi zaman da televizyon ekranlarından hep işittik. Ama böylesini hiç mi hiç tahmin edemedik.
15 Temmuz 2016 Cuma günü bizler için tıpkı yeryüzündeki diğer insanlarda olduğu gibi sıradan bir gündü. Sabah evden çıkıp işe gidecek, hep beraber Cuma namazını eda edecek ve günlük işlerimize devam edecektik.

Nihayet günümüz öyle başladı. Planladığımız şekilde devam etti. Akşam evlere gidinceye kadar…

Kimimiz uyumaya çalışırken, kimimiz farklı işlerle meşgul olurken farklı işler olmaya başladı. Birileri evet içimizden birileri canımıza ve vatanımıza kast etmek üzere üzerimize kurşunlar, bombalar yağdırmaya başladı. Canlarımızı aldı.

Âleme bin yıl nizam veren bir millet, tam bir asır, travmatik illetlerle boğuşmaya mahkûm edildi: Tarih yapmış hiç bir toplumun yaşamadığı bir yokoluş felaketiydi bu: Bütün rüyalarını, iddialarını, hayallerini, hafızasını, tarihini, tarihî derinliğini inkâr etmeye sürüklendi: Daha önce de dikkat çektiğim gibi, Batı'ya özenen, ödünç akılla, ödünç kavramlarla, ödünç bir dünyada yaşamaya icbar edilen bir yokoluş serüveniydi bu!

Modern zamanlarda ibret bahsi müşkül bir bahis. Yaşadıklarımızdan ibret çıkarabilmek için olanı biteni bütün boyutları ile kavramak elzem.

Fakat şu an bunu imkansız kılan bir atmosferle ve hikayenin başını çoktan unutmuş, sonunu korkuyla bekleyen bir haber dili ile karşı karşıyayız.

Hikaye nasıl başlamıştı?

Hikaye 1980'lerde kasetlerde ağlayarak vaaz eden “bir lokma bir hırka ile yaşayan” bir vaizin hikayesi olarak başlamış; hikayenin gelişme bölümünde ise, 28 Şubat'ın genleşip, genişleyen sürecinin idraksiz tanıkları olmuştuk.
Türkiye'de meseleyi bu şekilde kavrayabilecek çapta bir derinliğe, tarih felsefesi birikimine, köklü medeniyet perspektifine sahip donanımlı bir entelijansiya yok. O yüzden dünyada da, bölgemizde de, ülkemizde de ne olup bittiğini kavramakta zorlanıyoruz.

O yüzden sürekli olarak nedenleri atlıyoruz ve sonuçlarla boğuşup duruyoruz.


Türkiye tetikte olmalı, hainlerin gözünün yaşına bakmamalı! Urları temizlemeli!

Türkiye, urlarını temizleyecek...

Türkiye'ye tezgâh kurmaya kalkışanlar artık kara kara düşünecek...

Evet, bu halk, 15 Temmuz gecesi destan yazdı:

Hiç bir silah gücünün yürek gücünü yenemeyeceğini dünya âleme ispatladı!

Bu halkı kimse durduramaz artık!

Bu halkın önünde kimse duramaz artık!