19 Ekim 2015 Pazartesi

DEM BU DEMDİR



ESERİN KİMLİĞİ
ESERİN ADI: Dem Bu Demdir
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 1. Baskı Aralık 2014
SAYFA SAYISI: 251
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:

ESERDE İŞLENEN KONU: 
Mustafa Kutlu’nun günlük gazetelerde kaleme almış denemelerinde oluşan bir kitap. Kutlu, bu denemelerde günlük olaylar, siyasi gelişmeleri farklı bir bakış açısıyla kaleme alıyor.

ESERİN ANA FİKRİ
Biz Asyalı bir toplumuz.

ESERİN TÜRÜ:
Deneme

ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:
Geçti mi geçen günler?

YAZARIN ÜSLUBU:
Yazar anlatımında güzel ve pürüzsüz ana sütü gibi bir Türkçe kullanmıştır. 

ESERDEN ALINTILAR

 1998 yılı birkaç gün sonra bitecek. Yazı yazmaya başlayalı otuz yıl olmuştu. Her gelip geçen neslin söylediği nakarat: Nasıl geçti buncu yıl?

 Bu ağaç bana nedense Arif Nihat Asya’nın “Bayrak” şiirini çağırtılıyor : “ ey şimdi süzgün rüzgârlarla dalgalı…”

 Allah’ın talihli kullarından biri olmalıyım. İstanbul’a geldim geleli Sultanahmet ve civarında çalışıyorum. İstanbul’un kalbini dinliyorum yani.

 Yarını düşünenler döviz bürolarında ışıklı tabelalara bakıyor. Köylünün gözü gökte. Rahmet damlamadı gitti. Bu gidişle yağmur duasına çıkılacak.

 Şunu söylemek istiyorum: Sevinci de kederi de paylaşmayı bilmeliyiz. Tevarüs ettiğimiz ahlak bize bunu emrediyor. Yalnız olmadığımızı bilmeliyiz. Gök kubbenin altından bize ayrılan süre içinde gelip geçerken bir yara ya merhem olmanın hazzını tatmalı, onurunu yaşamalıyız.

 “dem bu demdir” , tabiri u ânın kıymetini ifade etmek için söylenmiştir. O bir rahmanî nefestir ki HAKK ’ın feyzinden ibarettir. Tasavvuf erbabı bu kavramları şiirlerinde kullanmışlardır.
ü Bahar nedir?

 Bir yeniden doğuş, bir yeni hayat, diriliş, coşku, sevinç, enerji, mutluluk, bereket, müjde, değil mi?

 Evet öyle…

 Belki bir balık çıkar ortaya yutar bizi.

 Belki bir mağarada uyuyakalırız.

 Keşke,

 Otuzun üstüne çıkanlar ne dergi okuyor, ne kitap. Ülkemizde basılan kitap adeti Derleme Müdürlüğü ve Türkiye Bibliyografyası’nın verilerine göre 1934 yılından bu yana hep aynı seviyede.
ü Hikâyeci Sait Faik için anlatılan bir anekdot vardır. Kendisinin iyicene tanıdığını, yıllarda bir başka yazar daha türemiş. Yazarlar arasında rekabeti, kıskançlığı, atışmayı seven ve bu bunu her fırsatta körükleyen birileri, Sait Faik’e bu yeni palazlanan yazardan bahsederek fikrini sormuşlar. O da: -- Bırak canım, adam daha balıkların adlarına bilmiyor, ondan hikâyeci olmaz, demiş.

 Adam çiçeklerden bahsediyorken sadece çiçek diyor. Ha menekşe ha nergis fark etmiyor.

 Tabiata karşı bu yaklaşım içinde olanlar insanları da aynı gözlerle görüyor.

 “had” kavramının insan için, insanın dünyadaki varlığı ve hem cinsleri ile ilişki için ve nihayet tabiatla münasebeti bakımından fevkalade önemli olduğunu inanıyorum.

 Erguvan elbette ki İstanbul’a yakışan, onu temsil eden bir ağaç. Çınar, servi, kestane, ıhlamur, çitlembik, dahi öyledir.

 Evet, rahmet dökülmeli… Bu kadar yaz sona ermeli…

 Aşk sevgilisinde kendini yok etmesi; aşkın yok, sadece maşukun var olması, her şeyin ondan itibaren olması halidir.

 Bir mübarek ay içindeyiz, bir mübarek zaman. Ne ay, ne zaman, bir kutu oluş içendeyiz. Belki bir oluş da değil bu, bir ihsan Cenab-ı HAKK’ın bize lütfettiği bir imkân.

 Dünya sistemi evimizi, işimizi, yiyecek ve giyeceğimizi, kapımızı, penceremizi, aracımızı, yakıtımızı, okulumuzu, dersimizi, zevkimizi, eğlencemizi, tatil ve mesaimizi, saç biçimimizi, tırnak çakımızı bile tayin ediyor.

 Bu toprağın çocukları, herkes bunu bilir. Haydi, söyleyelim bari: Bir: Adalet; iki: Samimiyet; üç: Ahde vefa. Bu üçünü gören vatandaş – gerçekten görmesi lazım – hiç merak buyurmayın her fedakârlığa hazırdır. Buna tarih şahittir. Milletin en bariz hususiyeti azla yetinebilme ve çile çekme kabiliyetidir.


Yağmurun sesi derin ve romantik duygular uyandırır içimizde. Belki dudaklarımızdan mısralar dökülüverir.

 Günümüz insanı mekânsız bir kuştur artık. Hangi dala konacağı belli olmaz.

 Tarihimizin, hafızamızdan, hatıralarımızdan kalbimize damlayarak, mücerretten müşahasa dönüşerek varlığına yaslandığımız, ayak basıp güç aldığımız bir zemin var mı?

 Kentli çocuklar köpek ve kediden başka bir hayvan tanımaz hale geldiler. İlkokullara doğayı koruma dersi konulmalı.

 İnsanlık tarihinin en kanlı tarihi olan asrımız kapanırken ölüm de manasını kaybetti.

 Kuyu unsuruna şark dünyasının hemen her tarafında rastlanan zengin efsane, hikâye ve kıssalar eşlik eder.

 Kuyu imajı bir imtihan vesilesi sayılmaktadır. Tıpkı her anı ile yaşadığımız şu dünya hayatı gibi.

 Elde olan kıymetin kadrini bilmeyenler, abartılmış kof şöhretlerin kuyruğunda sürekli bir düşüşü 
yaşamaya mahkûm olurlar. O kadar düşerler ki, ne kıymeti kalır, ne ölçü.

 Cenab-ı Hakk’ın sevdiklerine bela verdiği belirtiliyor. Bu belaya razı olan Allah’ın rızasını kazanır. İsyan eden ise gazaba uğrar. Belaya uğrama aynı zamanda günahtan arınmaya ve manen yükselmeye de vesile olur.

 Her gece baş yastığa konulduğunda; suyunda çimilen ırmağı, dalından düşülen dut ağacı, mescidi minaresi, mezarlığında öksüz kalan ölüleri ile sıla sökün edip geliyor; rüyaların eksenini oluşturuyordu.

 Gül mevsimindeyiz. Aman dikkat, bir gül dahi koklamadan mevsimi geçirmeyin.

 Hayvan sevgisi neden sonra mevzuatın, kanunların, derneklerin, tartışmaların, filmlerim, kitapların konusu haline gelir.

 Çevrecilerle sanayicilerin savaşı bütün dünyada sürüyor.

 Ölçü şu: Ne kadar çöp üretiyorsan, o kadar mutlusun.

 Öyle ya, böylesi bir gösteriş ‘vitrin’ istidadındadır. Ve günümüzde vitrinde olmak bir nevi statü haline geldi. Bu pazarlanma seksen sonrasının göstergelerinden.

 Vicdan bildiğiniz gibi insanın iç âleminde yer alan bir temyiz mekanizmasıdır. Rahmetli Nurettin Topçu’ya göre vicdan Cenab-ı Hakk’ın kalbimizdeki sesidir.

 Yapılan araştırmaların gösterdiği gerçek şu: Son otuz yılda yaşanan hızlı büyüme sonucu doğal kaynakların % 30’nun bir daha yerine konulamaz şekilde tüketildiği.

 Türk insanı eski yaşam biçimini bir daha geri dönemeyecek şekilde kaybetti; bunun yerine yeni bir yaşam biçimi koyamadı. Sıkıntı bu noktada.

 Mezun olduğum Erzincan Lisesi’ni düşünüyorum. Altı Fen sınıfını. Zaten bir fen bir edebiyat sınıfı vardı. Tecelli budur işte: Feni bitirdik edebiyatçı olduk.

 Güzel insanlarımızın gülüşünü, heyecanını, iç geçirişini, çocuksu hallerini özlüyorsunuz. Güvercinlere yem atan dedeyi, omzuna dolanan bir dost elini, buram buram hasret kokan kucaklaşmaları, bir uzun havda eriyip giden gönülleri özlüyorsunuz. Tanrı misafiri diye gittiğimiz evlerde önümüze seriliverilen cennet sofralarını, üç – beş tatlı kelamı, ayrılırkenki mahcubiyet hallerini özlüyorsunuz. Bunlar dünyada paha biçilmeyecek güzellikler.

 Efendim bizde kişinin kendinden, yapıp ettiklerinden ben – ben diye bahsetmesi terk-i edep sayılır.

 Türkiye denilince önce başak sarısı, ardından çini mavisi geliyor.

 Sonsuza açılan pırıl pırıl mavi gök ve üç yanımızı çevirerek enginle kucaklaşan denizler dünyamıza maviyi armağan etti. Her iki unsurun sonsuzluk çağrışımı mabetlerimizi maviye garketmiştir. O kadar güçlü bir mühür olmuş ki bu mavi, sonunda Türk mavisi (Tukuvaz) olarak anılmaya başlamış.

 Tohum ve toprak arasındaki ilişki insanın dünya hayatındaki belki de en iyi kavradığı münasebetlerden biri olduğu için, meramını açıkça anlatmak isteyenler sık sık bu ilişkiye gönderme yaparlar.

 Günümüzde fertlerin yerine kurumlar, şirketler, partiler yerleşiyor. Ve bu oluşum sanal bir karizma ile beslenmeye çalışılıyor. Bilançolar, kar payları, şube sayısı, oy potansiyeli her tarafı kuşatıyor. Kapitalizmin kıyıcığında yeni bir mevzi kazılıyor sanki.

 Bütün ahlak anlayışları dini menşelidir.

 Belli olan bir Başka husus, ülkenin %20 nüfusunun gelirin %54’nü götürdüğüdür. Bu tablo olup bitenlerin anasıdır. Millet çileye dayanıklı, aza kanaat eden bir geçmişi yaşayıp gelmiştir. Fedakârlığın her çeşidine evet diyebilir. Yeter ki adalet yerini bulsun, yalanın hâkimiyeti kırılsın, fazilet hükümran olsun.

 Yılbaşında önce noel kutlanıyor. İşin tuhaf tarafı Türkiye’de bunun giderek yaygınlaşmasıdır.

 Herkes birilerini suçluyor, birilerinden şikâyetçi oluyor. Dinime söven bari Müslüman olsa…
ü Televizyon kanalları yeri geldiğinde ‘kültür diye diye’ mangalda kül bırakmıyorlar, ama işte görünüyorsunuz ana haber bültenleri dahi hangi telden çalıyor.

 Mesele sessiz yığınların sesini duyurabilmekte.

 Evimizi, eşyamızı, sokağımızı, sokağımızı, yolumuzu, bakkalımızı (pardon marketimizi) üstümüzü – başımızı, işimizi  - gücümüzü hâsılı bütün hayatımızı tanzim eden modern hayat (ABD tarzı yaşam) Ramazan’ın uhrevi atmosferinden yeterince ve topluca feyz almamızı engelliyor.

 Efendim kadim dostum İsmail Kara’nın eseri bu konuda başvuracağımız bir kaynak: Din ile Modernleşme Arasında – Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri.

 Modern hayatın, şehir kalabalığının, yoksulluğun bütün engellemelerine rağmen insanlarımız birbirlerini bayramda olsun görmek, hatır sormak, hemşerilik ve akrabalık ilişkilerini yürütmek için bu tür ziyaretlerden kaçmıyorlar.

 Bayram yüzyıllardan beri (görenekler zamanın testeresinde kırpılarak şekil değiştirmiş olsa bile) şifa veren ferahlatıcı nefesini müminlerin üzerinde gezdiriyor. Şehirler dolduran kalabalık içinde çok küçük ve fakat varlıklı kesimin bayramdan kaçarak tatile gitmesini fazla abartmayın.

 İnsanlar karanlığa alışsın isteniyor sanki, karanlıkta el yordamı ile iş yapsın, olup biteni görmesin, duymasın, sesini çıkarmasın. Karanlık severler, karanlıkta parsayı toplasın, malı götürsünler.

 Topraklarımızın büyük çoğunluğu Asya kıtasındadır, zaten Asya menşeli bir milletiz, tarihimiz, kültürümüz Asyalı, lakin Avrupalı olmalıyız diye karar alınmış, hedef gösterilmiş, bunca yıl bu yolda çaba sarfedilmiş, halkımız yine ‘şark kafası’ taşıyor, bir türlü Avrupalı – Alafranga olamıyor.

 Güneş her gün doğudan doğup batıdan battığı sürece şark meselesi de gündemde kalacaktır. Çünkü biz Avrupa’nın doğusunda, Asya’da bulunuyoruz. Apayrı bir din, kültür ve tarihten geliyoruz. Bu kimlik ve kişilikten ne kadar kurtulmaya çalışsak da, o bizi terk etmiyor.

 Ekmek yemez ise sofradan aç kalkan Anadolu İnsanına bu alışkanlığını değiştirmesi için hangi imkânlar açılmalıdır.

 Bu durumda sade vatandaşın etrafında nelerin olup bittiği hususunda elinde kalan şey belki de yalnız sağduyusudur. Tabii dumura uğramamış ise. Ortaya çıkan karanlık tablo çağımızın aynasıdır. Her şeyi gösteren, ancak hiçbir şeyi aydınlatmayan, hakikatini ifade etmeyen karanlık bir ayna.

 Söz uçar, yazı kalır diyorlar amma; bizim gelenekte sözü uçurmaya kimsenin niyeti yok gibidir. Şairlerin koca koca divanları hafızalara nakşedilir. Sokaktaki adam bile yüzlerce mısra, atasözü, kelam-ı kibar öğrenmiştir.

 Beyler şunu aklımızın bir köşesine yazalım artık: Bilgisayarın kendisi önemlidir ama; asıl önemli olan onun tuşuna dokunacak kişinin kafasındaki, gönlündeki birikimdir, zenginliktir, donanımdır. Ülke kaynaklarını çar – çur etmekle, düzgün işleyen bir alt yapının inşasını birbirine karıştırmayalım. Temel tercih elbette ki ‘kaliteye pirim’ şeklinde belirmeli. Emanet ehline teslim edilmeli.

 Medeni olacağız diye merhameti, şefkati, feragati kısası ahlakı terk ettik. Terk ettik mi? Ne münasebet! Elhamdülillah müslümanım diyenler durdukça korkmayın, bizim insanımız bu çapta yoldan çıkmaz.

 Hizmet, hürmet, merhamet ve kardeşlikten oluşan o güzel ahlak, o serdengeçti ruh, düşeni kaldırma gayreti coşmuştu işte. Ve bu coşkunlukta hiçbir nümayiş, hiçbir taşkınlık yoktu. Bilakis gözyaşı vardı, iç burkulması ve benliğin titreyişi. Dua vardı ve sessizlik.

 Kutsal kitabımız buyuruyor: ‘İnsanoğlu hem cahil, hem nankördür’…

 Muhakkak k, af adaletten üstündür. Ama, kimi, hangi suçu affettiğimizi bilmek kaydıyla. Ancak o zaman vicdanen müsterih olabiliriz.

 Bizim bütün dünyaya teklif edebileceğiz bir mimari geleneğimiz var. Bu gelenek fevkalade insani boyutlara sahiptir ve adem oğlunun dünyadaki varoluşuna ışık tutmaktadır. Mimaride mekân anlayışımız sonsuz mekâna eklenen bir yapı arz eder. Bu anlayış bilhassa Osmanlı camilerinde bariz olarak gözükmektedir. Namazı bitirip iki yana selam veren Müslüman, hem sağından, hem solundan baktığında ufku görebilir. Camilerin zemin pencereleri buna fırsat vermektedir. Böylece cami, tabiata eklenen bir durum alır. Onu kesen, parçalayan kilise duvarı gibi değildir.

 İnsanın kendine yakışan duygu ve düşünceler ile donanması, hemcinsine layık olan muameleyi göstermesi, açıkçası insanlık şuuru ile yaşıyor olması kendi hamuruna yüz çevirmemesi ile mümkündür. Kişi bu vesile sayesinde kendinden aleme açılabilir, bir zerrede kainatı temaşa edebilir.

 Ara sıra, yeri geldiğinde, icabında bir uzun havanın hüznüne kapılıp giderdiniz. Bir şiir birkaç mısra ile size kanat takıp uçurabilirdi. Sevda derin ve ulvi bir yükselişin – bekleyişin – özlemin – elemin – kavuşmanın – ayrılığın – hasretin – gurbetin içinde olgunlaşıyordu. Duygu iliklerimize kadar işliyordu.

 SON BAKIŞ:
Türk edebiyatında son elli yılın en güzel adamlarından biri, Mustafa Kutlu olsa gerek. Kadim hikâyeciliği ve modern öykünün getirdikleri etrafında sergilediği üslubu, tekniği, meseleleriyle Mustafa Kutlu özellikle hikâyemizin bulanımlar içerisinde kıvrandığı bir dönemde taze bir soluk olmuştur.
Hikâyelerinin yanında deneme yazmayı da ihmal etmemiştir. Denemeleri biraz da hikâyelerinin fikri arka planı olarak karşımıza çıkar.
Son yirmi yılda Yeni Şafak gazetesinde yazmış olduğu deneme yazılarını toplandığı Dem Bu Demdir kitabı okuyucuya Mustafa Kutlu’nun denemelerini bir bütün halinde okuma imkânı sunuyor.
Kitabı elinize alır almaz kapak resmi dikkatlerden kaçmıyor. Mustafa Kutlu’nun eserlerini inceleyenler, denemelerini okuyanlar onun okuyucusunu sunduğu düşünceyi çok iyi bilirler. Birkaç eserini inceleyen herkes, onun eserleri hakkında bilgiyi kitabın kapağında görebilir. Dem Bu Demdir kitabının kapağındaki resim adeta Kutlu’nun özlediği sakin ve doğal yaşamı görebilirler. Bir deniz sahilinde yemyeşil bir ağacın altında sandalyeye oturmuş ve denizi seyreden son demlerinde bir adam… Kapak fotoğrafı bir nevi sakin ve huzurlu yaşama dönüşü simgeler.
Mustafa Kutlu eserleri incelendiğinde insanoğlunun özüne dönmesi gerektiği açıkça belirtilir. Köyün, kasabanın kent tarafından yutulması ve toprağın terkedilmesi onun hikâyelerinde temel konu olarak işlenir. Denemelerinde ise bu temanın yanı sıra yaşadığımız olayları bizlere farklı bir üslupla anlatıyor. Türkiye ve dünya gündemini farklı bir tarz ile sunuyor. Yaşadığımız olayları taptaze yeniden sunuyor. Okur – yazar çevrelerinde denemelerin altına tarih konulmaması eleştirilse de bana göre tarih konulmaması çok isabetli bir karar olmuş, çünkü yazarın anlatımı olaya canlılık, yenilik katmış.

Mustafa Kutlu’yu okumak insana iyi geliyor. Evin başköşesine oturan irfan sahibi, nüktedan, mütebessim aile büyüğünü dinler gibi hissedersiniz. Ben Mustafa Kutlu’yu daha çok köy odalarında o uzun, soğuk ve rüzgârın durmadan şarkı söylediği gecelerde etrafındaki insanlara tatlı demler yaşatan Anadolu ariflerine benzetiyorum.
Siyasi gündemin, günü birlik meselelerin çok dışında çok daha kadim ve esaslı dertler üzerine kalem oynattığından Mustafa Kutlu'nun o gün okunup unutulacak cinsten değil.











27 Eylül 2015 Pazar

RÜZGARLI PAZAR



ESERİN KİMLİĞİ
ESERİN ADI: Rüzgârlı Pazar
YAZARI: Mustafa KUTLU
YAYIN EVİ: Dergâh
BASKI SAYISI: 12. Baskı Eylül 2014
SAYFA SAYISI: 185
İÇERİK (MUHTEVA) ÖZELLİKLERİ:
ESERDE İŞLENEN KONU: 
Şehrin kenar mahallerinde yaşayan ve yoksullukları bakımından birbirine benzeyen, fakat her birinin hikâyesi, mesleği ve memleketleri farklı insanların yaşam mücadelelerinin anlatıldığı bir hikâye.

ESERİN ANA FİKRİ
Şehrin tam ortasında ama kıyısına iliştirilmiş gibi duran, ekmeğini şehirden çıkarmaya çabalayan ama şehirli olmayan, ne şehri tam manasıyla kabullenmiş, ne de şehrin bağrına bastığı insanların hayatlarından kesitlere dokunuyor.

ESERİN TÜRÜ:
Hikâye
ESERDE İŞLENEN TEMEL DEĞERLER:
Yoksulluk


ESERİN ŞAHIS KADROSU:
Duran Demir: Anadolu’dan geçim sıkıntısından dolayı İstanbul’a göç etmek zorunda kalmış ailenin en küçük çocuğudur.
Hemen hemen hikâyenin tümünde karşımıza bir çıkar. Hikâyenin başından itibaren asıl kahraman olarak algılanır, ancak Nimet ile Cesur tanışınca hikâyenin bundan sonraki bölümlerinde çifte kumrular Duran’ı biraz perdeler gibiler.
On bir on iki yaşlarında Yozgat’tan İstanbul’a göç etmek zorunda kalmış bir ailenin çocuğudur. Babası Recep Efendi kimi kimsesi olmayan geçimini çobanlık yaparak sağlayan fakir bir adamdır. Kendisi gibi fakir olan bir kızla evlendirilir. Duran Recep Efendinin dördüncü çocuğudur. Öğrenim hayatına köy okulunda başlayan Duran, ailesinin geçim sıkıntısı sebebiyle İstanbul’a göç etmesiyle birlikte İstanbul’da okula devam eder. Babasının hastalanması ile beraber okulu terk ederek aile bütçesine katkıda bulunmak için çalışmaya başlar.
 Hikâyemizin yazarı Duran’a balon satarken rastlar. Hikâyenin yazarı ile Duran’ın dostluğu burada başlar.
Duran çevresinde çok sevilen bir kişidir. Dostları ve arkadaşları tarafından ermiş biri olduğuna dair kanaatler vardır.
Duran mert, yardımsever ve cesur bir çocuktur.
NİMET: 17 – 18 Yaşlarında doğuştan ama bir kız. Şapkacı bacı tarafından pazara getirilir. Duran kendisine abla diye hitap eder. Kendisi gibi ama olan Cesur tezgâhının karşısında tezgâh açınca ona hayranlık duyar. Bu hayranlık merak başlar muhabbetle devam eder aşkla pekişir evlilikle sonuçlanır.
CESUR: 20- 25 Yaşlarında bir genç. Küçükken gözlerinin gördüğünü daha sonra düşerek görme yetisini kaybettiğini anlıyoruz. Annesi evi terke eder. Babası buna dayanmayarak ölür. Babaannesi ile birlikte yaşayan Cesur, koşarken düşer ve gözlerini kaybeder. Nimet ile Rüzgârlı Pazarda tanışır ve evlenir.
ÇİÇEKÇİ CEMİLE: Geçimini pazarda çiçek satarak sağlar. İki çocuğu var. En büyük sıkıntısı kocası Haydar. Varını yokunu Haydar’ın açıklarını kapatarak harcar. Gün olur kocasının borcunu öder; gün olur kocasını dövenleri kovalar.
PALA HASAN: Doğu vilayetlerinden göç ettiği söylenir. Biri kentte biri köyde olmak üzere iki eşi olduğu belirtiler. Pazarın çaycısıdır. Hikâyede ön planda değil. İyi yürekli yardımsever ve kabadayı olan Pala Hasan, bir sürü işe girmiş, çıkmış, hapse düşmüş ve yaşam şartlarının olgunlaştırdığı biridir.
CİNO: Asıl adı Gökhan Pak olan Cino hikâyede Pazar sakinleriyle kurduğu diyalogla karşımıza çıkar. Pala Hasan onu serserilerin elinden alıp yanında çalıştırıyor. Pazar sakinleri girişkenliği ve çevik oluşundan dolayı ona cino diyorlar.
ŞAPKACI BACI: İsmi hikâyede zikredilmemiş. Diğer fakir insanlar gibi sattığı mallarla anılır olmuş. Yardımsever biri olup Nimet’i pazara o getirmiştir. Hikâyede ölümünden bahsedilen tek kişidir. Ölümü Nimet sayesinde anlaşılır. Tezgâhı ve malları Nimet’e kalır.
DÜRÜMCÜ BABA: Hikâyenin isimsiz kahramanlarındandır. Başından haddinden fazla olay geçmiş, hapishanede iken eşi onu terk eder. Akşamları pazarda minibüsünde dürüm satar. Günün birinde Sinan Çetinin ekibinden bir sunucu bayan gelir Almanya’dan kızının kendisini aradığını söyler. Stüdyoya gider kızı Zöhre ile tanışır, ama onunla gitmeye cesareti yoktur. Hikâyede Dürümcü Babanın aklı kıt oğlundan bahsedilir.
DOKTOR: Hikâyenin önemli kişilerindendir. Tahsili ile ilgili birden çok rivayet vardır. Şapkacı Bacıya yazdığı reçete ile meşhur olur. Cesur ile Nimet’in kavuşmalarına vesile olur.
HACI: Adamotu dedikleri ağrıları iyi gelen bir ilacın satıcısıdır. Hikâyede ön planda değildir.
KOLYECİ GENÇLER: Lüks yaşama gençler geçimlerini kolye satarak sağlarlar. Giyimleri ve yaşam tarzları ile Pazar sakinlerinin dikkatini çekerler. Cesur ile Nimet’in takılarını hazırlarlar.
PİSLİK ATEŞ VE ADAMLARI: Hikâyenin kötü kahramanları, Rüzgârlı Pazarın sakinlerinin kazançlarını göz dikerler.
BATTAL: Hikâyede iyilik yapan kişidir. Pazar sakinlerini kötülüklere karşı korur.
BİLAL: Duran’ın akrabası ve yol arkadaşıdır.
YAZARIN ÜSLUBU:
Yazar hikâyenin anlatımında güzel ve pürüzsüz bir dil kullanmıştır. Düşüncelerini sade ve akıcı bir şekilde aktarmıştır.
MEKÂN:
Yozgat’ın susuz, çorak bir köyü, İstanbul’un kenar mahallesi ve üst geçitte kurulan bir Pazar hikâyeye mekân olur.
ZAMAN:
Yaz ve kış mevsimlerinde söz edilir.
HİKÂYENİN ÖZETİ:
 Büyük şehirlerin kenar mahallelerinde yaşayanların  hikâyeleri birbirine benzer, bunlardan bir kısmı pazardaki satıcılardır. Çoğunun pazar yerine gelene kadar hüzünlü bir hayat yolculuğu mevcuttur. Yerlerini yurtlarını terk edip 'taşı toprağı altın' sevdasına kapılıp bir gece kondurmuşlardır kendilerini; yalnızlık kokan kalabalık kaldırımların sahibi koca şehre. Sanıldığı gibi değildir hiçbir şey topraktan altın değil geçim sıkıntısı çıkmaktadır. Yoksulluğun mesken tuttuğu tek gözlü evlerde tutunma çabası içindeler ve yurtlarına geri dönememenin gurur yıkıcılığıyla el atarlar üç tekerlekli satıcı arabalarına. Sabahın erken saatlerinde yollara dökülerek eve ekmek getirme derdine düşerler. Kimi zaman çocuklar üstlenir bunu; okula gidememenin burukluğuyla hepsinin hayalinde yarım bırakılmış okul üniforması arzusu vardır.
Bu çocuklardan biri olan Duran'la başlar kitabın hikâyesi. Babası köyde çobanlık yaptığı sırada ailesini geçindiremeyeceğini anlar, ailesini de yanına alarak İstanbul'a yerleşir. Tanıdıklarının vasıtasıyla birçok işe girer, şehrin yorucu havasına dayanamaz ciğerindeki hastalık yüzünden iş göremez olur ve ailenin tüm yükü en büyük evlat olan Duran'a kalır. Rüzgârlı Pazarın baloncusudur Duran, pek bir şey kazanamasa da eve ekmek götürme derdine düşmüştür.
İğde kokularının sarmaladığı Rüzgarlı Pazar; yokuş aşağı başlar dört yol ağzından, altından otoyol geçen bir üstgeçide kadar devam eder. Pazar girişinde metruk bir fabrikanın duvarında Dürümcü Baba ile çiğköfteci yer tutmuştur. Kalabalığın aktığı dar boğazda Çiçekçi Cemile insanları karşılar. Epeyce kilolu, güleç yüzlü, ağzı bozuk bir Romen vatandaş Cemile. Karşısında 'adamotu satan' Hacı. Hacı'nın yanında 'ağrılar için çin vikisi' satan bir başka yaşlı adam. Kara ağaçların gölgesinde -pazarın en afili bölgesi burası- sigaracılar ve sandviç arabası vardır. Penyeciler fanilacılar ve eşofman satanlar tel örgülere astıkları malları sergiliyorlar.
Dört yol ağzından üst geçidin merdivenlerine çıkmadan önce korsan kitapçı ile cd satan çocuk ağacın altını kapmışlardır. Merdiven ayaklarına tünemiş boyacı diğer ayağın ucunda da tartı aleti ile yaşlı adam duruyor. Merdivenleri çıktıkça gözlükçülerle karşılaşırsınız bunların en ilginci numaralı gözlük satan adamdır gelen müşterinin eline bir gazete tutturur görüyor musun diye sorar ona göre numaralı gözlük verir. Oraya gelen kişide doktora gidecek parası olmadığından verilen gözlükle idare eder.
Merdivenlerden sonra üst geçidin üstündeyiz. Televizyon anteni satan adam ve onun karşısında önünden kalabalık eksik olmayan oyuncakçı. Adam galiba Yozgatlı Duran onun yanına yerleşmiş. Balonlar da zaten adamın Duran sürümden kazanıyor. Duranın omuz başında kör kızın tezgâhı var. Kızın adı Nimet on yedi on sekiz yaşlarında kâğıt mendil kalem pil falan satıyor. Kendisinin bir işe yaramadığı kaygısına düşen Nimet'e şapkacı bacı yardım eder ve ona pazar yerinde yer ayarlar daha sonraları adı gibi cesur olan başka kör satıcıyla tanışacak, Rüzgârlı Pazar aşkını bulacağı yer olacaktır. Onun az ilerisinde şapkacı bacı şişman, neşeli, cömert bir insan. Kimse yaşını ve adını bilmez herkes ona bacı diye seslenir. Ondan öteye ucuz ayakkabıcı daha da ötede eski kaset satan biri var. Saatçi de geniş tezgâhıyla orada duruyor. Saatçinin yanında entel takılan bir genç oğlan bir genç kız kolye yapıp satıyorlar.
İnişteki sahanlıkta dilenciler, bunlardan biri doktor lakaplıdır. Hakkında çeşitli efsaneler dolaşır kimseler tanımaz onu her zaman orda durur. Sadece gerektiğinde konuşur arada bir havalar soğuksa çaycı palanın ocağında oturur. Çaycı palanın birde çırağı Cino vardır. Sokaklardan koparak gelmiş doktor ile Pala buna yardım ederek ocakta yer vermişlerdir.
İnilen merdivenin dibinde nohutlu pilav satan kişinin arabası ve ciğerci börekçi bulunur. Bazen de seyyar köfteciler gelir. Minibüs duraklarına kadar günü birlik gelenler sıralanır. Rüzgârlı Pazar'ın rüzgârı hiç eksilmez ismi de oradan gelmiştir zaten. Lodos poyraz keşişleme karayel... Eserde eser burası... Pazar yeri bir umut adacığıdır, türlü türlü hikâyelerin bulunduğu bir geçim adacığı. Sabahın köründe kurulur gecenin yarısına kadar nüfusunu azalta azalta geçitte kalır.
Mustafa Kutlu'nun sade ve gerçekçi bir üslupla kaleme aldığı Rüzgârlı Pazarın müdavimleri bunlar. Hepsinde kendimizden bir parça hikâye aktarmıştır. Hikayenin başında mutsuz görünen Nimet Cesur ile tanışarak mutlu olur. Duran üst geçitte görüp aşık kızı başka biriyle görünce mutsuz olmuştur.


SON BAKIŞ:
Yoksulun evi uzaktadır, kimseler görmez. Yoksulun sesi kısılmıştır kimseler duymaz. Yoksulun yüzü soğuktur kimseler bakmaz; bakan olsa da yüzünü çevirip gider. Görmeyiz, duymayız, bakmayız ve çevirip gideriz yüzümüzü
Yanlarından geçerken acele atarız adımlarımızı, ne olur ne olmaz, biri ilişir, tekin değildir! Gözleri gözlerimize değse, kaçırırız. Yakalar belki derinlerimizden bir yerden, kanatır vicdanımızı. Vicdan yapmaya vaktimiz mi var şimdi? İşi gücü başından aşkın adamlarız. Ve onlar oralarda, kaldırımlarda, üstgeçitlerde, önlerinde bir iki ıvır zıvır, toz toprak içinde bir şeyler satıp bir şeyler kazanıyorlardır. Güneş yanığıdır yüzleri, çıldırtan bir dilsizlikle susuyorlardır. Yanlarından, altlarından vızır vızır otomobiller, insanlar gelip geçmektedir. Yazdan dönmüş, adamakıllı esmerleşmiş, incelmiş kadınlar; okula başlamış, saçlarını salıvermiş cıvıltılı genç kızlar, aklı havada delikanlılar, iş adamları, iş kadınları, aylaklar, emekliler, işsizler
Onlar orada, yaslandıkları üstgeçit ayağı, korkuluk demiri, bilemedin bir ağaç gövdesinden farksız, kalabalıklara bakar ve derin sessizliklerinin içinden yoksulluğun masalını anlatırlar. Kimdir onlar, nereden gelmişlerdir, nerede yaşar, akşam olunca ne kadar yol gider, sabah buralara nasıl gelirler? Bilmeyiz İçlerine gömdükleri seslerini duyan, bu sesi açığa çıkarıp anlatan olur mu? Bir zabıta baskınında kavgaya karışmadıkça, yahut bir gün birinin canına tak edip kendini köprüden atmaya kalkmadıkça, hikâyelerine kulak veren çıkar mı? Çıkmaz Sokaklarda eskittikleri yüzlerinin ardında gizlenen yoksulluğu, televizyon kanallarındaki acıklı sosyal yardım programlarında görür, Vah vah…’ der, iç geçiririz; Ne insanlar var dünyada, şükür halimize! Sonra içimiz kaldırmaz, kanalı değiştirir, emniyetli dünyamıza döneriz. Yoksulun evi uzak, sesi kısık, yüzü soğuktur, bakılmaz Kim anlatır onların öyküsünü? Gazeteler mi, köşe yazarları mı, romancılar mı?.. Yığın yığın gazete, mecmua, pazar eki, keyif eki, moda eki... Plaza kadını, plaza efendisi, keyif düşkünü çok bilmişler, cafe müdavimleri, Nişantaşı aylakları, Cihangir entelleri Yoksulluğun gölgesi düşmez onların yoluna, başka bir dünyada yaşayıp başka bir dünyaya yazarlar.
İğde kokusuna tutunmuş gidiyordum. diye başlıyor, yüzlerine bakılmayan, sesleri duyulmayan, evleri bilinmeyen yoksulların hayatını anlatıyor Kutlu. Her gün yanlarından gelip geçtiğimiz, bir korkuluk demiri, bir ağaç gövdesi yerine koyup, yüz çevirdiğimiz insanların iç seslerini duyuruyor. Ne de güzel anlatıyor! Yukarıdan, acıyarak, horlayarak bakmadan, yanı başlarına çömelerek, sesini seslerine katarak, sigaralarının dumana, simitlerinin susamına, çaylarının buğusuna ortak olarak Sokağın o katıksız, yalın, harbi dilini konuşarak nasıl da yazıyor yoksulluğun kitabını!.. - Bu rüzgâr neyin nesi? - Samyeli, Sam! - Kim lan bu Sam?
Topluma yukarıdan değil, içeriden bakan bir hikâyeci Mustafa Kutlu. Anadolu insanının ruhunu okuyan, sokağın nabzını dinleyen bir yazar. Bu yüzden sokaktaki adamın hülyalarını, çaresizliğini, küçük mutluluklarını; köyden kente göçün açtığı yaraları, kimse onun kadar sahici anlatamıyor. Rüzgârlı Pazar, Kutlunun hayli zamandır kafa yorduğu yoksulluktan süzüp çıkardığı nefis bir hikâye kitabı. Artık her sonbahar okumaya alışık olduğumuz uzun hikâyelerinin sonuncusu. Yine o bildiğimiz duru, akıp giden; fazlalıklarını çoktan, uzak vadilerde bırakmış aydınlık dil O rahat, şakacı üslup; Anadolu ârifâneliğini şehir bilgeliği ile birleştirmiş o zarif anlatıcı Sıradan bir halk adamı, gönlü yüce bir derviş. Baksan, Ben de yazarım bunları. dersin. Kolaysa yaz!.. Rüzgarlı Pazar gösteriyor ki, Mustafa Kutlu, artık hikâyeciliğini getirdiği yerde tek başına duruyor ve orada, dilini her gün biraz daha yalınlaştırarak, atılacak ne varsa atarak, hatta hikâyeci sıfatını da bırakarak yazıyor. Yazmıyor, konuşuyor, hikmet diliyle anlatıyor. Edebiyat yapmaya gerek duymuyor, hayatın hiçbir süse hacet bırakmayan sadeliğine, sıcaklığına ayna tutuyor. Rüzgârlı Pazar yüzüne bakamadığımız yoksul insanların masalı o.
İstanbul’a geldiğim 90’lı yıllarda yalnızlığımı gidermek, yardım etmek için Mahmut paşadaki akrabaların dükkânlarına giderdim. Genellikle minibüsle Bakırköy’e gider orada trene binerdik. Seyyar satıcıları ilk kez trende tanıdım. Kendilerine has satış usulleriyle.  ‘hemen alıp gitmiyorum, yanında şunu da veriyorum’ derlerdi. Sonraki yıllarda edebiyat fakültesine gidip gelirken Murat paşadaki üst geçitte gördüm onları. Mustafa kardeşim düzine düzine tek kullanımlık çakmaklar alırdı.
Yıllar Mustafa Kutlu eserlerini okuma yılı ilan ettim. Bu ilan sadece benim için. (şimdilik)
Önceki yıllarda Beyhude Ömrüm ve Mavi Kuş’u okumuştum. Birkaç kez kitapçı arkadaşlardan bütün eserlerini istedim, sonunda dört eserini getirdiler. Bir Pazar günü avmde bulunan kitapçıda kasada duran hanımefendi ile kısa bir pazarlıktan sonra rafta bulunan kitapların hepsini aldım. Beyhude Ömrümden sonra Rüzgârlı Pazar hikâyesini okumaya başladım. Bu Pazar hangi semtte kuruluyor diye düşünürken sonunda üst geçitlerde kurulan tezgâhlar geldi aklıma, işin sırrının çözmüştüm. Acaba hala kuruluyor muydu bu tezgâhlar? Bu pazarlardan biri Eğitim Bir Sen İstanbul 1 Nolu şubeye yakın bir üst geçitte kurulduğu için Zekeriya’yı aradım. Kendisine pazarı sordum: üst geçidin kaldırıldığını ve tezgâhların Aksaray yeraltı treni durağının önünde akşamları kurulduğunu söyledi. Sonra Enes’i aradım ve kendisinden benzer bir pazarın Karaköy’de kurulduğunu söyledi.
Mustafa Kutlu bu hikâyesinde de köyden kente olan göçü işlenmiş. Bin bir umutlu çıkılan yolun sonunda insanları bekleyen olumsuz neticeleri anlatmış. İğde ağacının güzel kokusuyla başladığı hikâyesini Anadolu’nun eşsiz güzellikleriyle devam ettirmiş. Samyeli rüzgârı ile batı dünyasının acımasızlığını yani kapitalist düzeni anlatmış.
Kutlu, bu hikâyesinde de tasavvuftan söz eder: Duranın ermiş biri olduğunu açıklar. Öyle ki Duranın meleklerle konuştuğuna dair rivayetler var.
Üstad Sezai Karakoç gibi tabiat kitabından söz eder.
İYİ OKUMALAR…